Ehl-i Sünnet'in Tarihi Rolü
Ehl-i Sünnet’in Tarihî Rolü
Dr. Abdulkadir Turan
Mukaddime
Başlığımız bile başlı başına bir mesaj veriyor: Ehl-i Sünnet’in tarihî rolü. Anlatıcıya çok sorumluluk yüklerken dinleyiciye de çok şey hatırlatıyor.
Biz bu başlık altında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten söz edeceğiz fakat Ehl-i Sünnet’in akaidi değildir konumuz. O hususta çok kitap yazılmış. Kavramın ilk kez Hasan-ı Basrî Hazretleri tarafından İslam'ın ilk yüzyılında kullanıldığı düşünülüyor. Bu yönde ciddi bir görüş var. Sonraki dönemlerde pek çok alim tarafından bu konuda eserler kaleme alınmıştır.
Mehmed Zahid Kotku Hazretleri de 20. yüzyılın sonlarında Ehl-i Sünnet akaidi ve benzeri başlıklarda yazılmış akaid kitaplarını derleyip özetleyen Ehl-i Sünnet Akaidi adlı bir eser hazırlayıp yayımlamıştır. Şeyh Said Efendi’nin de Abdulillah Fırat tarafından yayımlanmış risalelerinde akide konusu çok yönlü olarak ele alınmıştır. Akide konusunda o eserler okunabilir.
Dikkat çeken çok mühim bir husus, akaid kitaplarının tamamının kısa ve basit olmalarıdır. Bu eserlerin özelliği Din-i Mübin-i İslam’ın esaslarını Kur’an ve Sünnet’te olduğu gibi oldukça basit bir dille anlatmaktır. Yine bu kitapların tamamı, kriz dönemlerinde yazılmıştır. Örneğin Semerkandî'nin Sevad-ı Azam’ı, Asya'da Ehl-i Sünnet karşıtı fikirlerin yayılması sebebiyle yazılmıştır. Kotku Hazretlerinin Ehl-i Sünnet Akaidi kitabı okunursa bu hususta yazılmış eserler, neredeyse bir arada okunmuş olur. Zira Kotku, yeni bir kitap yazmamış, kadim zamanda yazılanları derlemiştir. Kotku’nun anlattıkları Şeyh Said Efendi’nin anlattıkları bütünleştirildiğinde mevzu, âdeta tamamlanıyor.
Akide konusunda bunca eser yazılmasına rağmen Ehl-i Sünnet’in tarihteki rolü hakkında bilindiği kadarıyla çalışma bulunmuyor. Ehl-i Sünnet hakkında çok sayıda sempozyum yapılmış, makaleler kaleme alınmış ama oralarda Ehl-i Sünnet’in tarihteki rolünden söz edilmemiştir.
Ben, burada Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kavramını kısaca açıklayacağım, bu kavramla ne kastedilmiş, onu ifade etmeye çalışacağım, sonra Ehl-i Sünnet’in tarihteki rolünü kronolojik sıralama içinde anlatacağım.
Krizimizi Ehl-i Sünnet İle Aşacağız
Eğer doğrudan tarihten girecek olursak kanaatimce serüvenimiz Hz. Ebubekir Efendimizin halife seçilmesiyle başlamıştır. Bu noktada bir hususa daha dikkat çekmek istiyorum. Ehl-i Sünnet Tarihi diye bir eser de yazılmamıştır. Zira İslam tarihi, aynı zamanda Ehl-i Sünnet’in tarihidir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in ilk cemaati Ashab-ı Kiram’dır. Sonra Tabiin ve Etbaütabiin… Mezhep imamları, Gazzâlî gibi alimler ve Ümmetin onlar yolundaki Ömer b. Abdülaziz gibi siyasi önderleri ve sair mensupları gelir.
Siz İslam'ın dışarıya dönük hangi mukaddes faaliyetine bakarsanız bakın ister Balkanlarda yol alan ordulardan ister Orta Asya’nın Müslümanlaşmasını sağlayan sûfilerden veya Endonezya ve Malezya'nın Müslümanlaşmasını sağlayan tüccarlardan söz edin, İslam için cihad ve davette hep Ehl-i Sünnet’i bulacaksınız. Öte yandan İslam dünyasının içinde Ehl-i Sünnet normal dönemlerde sessiz sedasızdır. Tabiri caizse kendi hikâyesini yaşar. Kriz dönemlerinde ise sorumluluk üstlenip Ümmet’i kurtarır.
Eğer bir zaman kesitinde Müslümanlar kriz yaşıyorlarsa (bu bölgesel bir sorun ya da büyük bir medeniyet krizi de olabilir) orada mutlaka Ehl-i Sünnet geri plana düşmüştür. Eğer o krizden kurtuluş yönünde umut da oluşmuşsa orada da Ehl-i Sünnet’in ihyası, başka bir ifadeyle Ehl-i Sünnet’in kendine gelmesi, kendi makamına geçmesi söz konusudur. O makam, Ümmete önderlik makamıdır. Dolayısıyla bugün de krizimizi aşmanın yolu Ehl-i Sünnet’i ihya etmekten geçer.
Bir zaman diliminde, dış istila veya içerideki bir problemle ilgili, Müslümanlar bir sorun yaşıyorlarsa mutlaka Ehl-i Sünnet geri plana düşmüştür. Bir kurtuluş yolu belirmiş, kurtuluş sağlanmışsa o zaman da mutlaka Ehl-i Sünnet ihya olup öne çıkmaya başlamıştır. O hâlde bugün istila ile baş etmek de ancak Ehl-i Sünnet şemsiyesi altında toplanmakla mümkündür.
İslam'la mücadele edenler de bunun farkındadır. Onlar da nihayetinde tarihi araştırmalara bakıp bir karara varmışlardır. Bunu öylesine söylemiyorum. Moğol istilası ile modern Batı istilasını bir arada okuyun, ikisi arasındaki benzerlik sizi dehşete düşürür.
Moderni aşıp postmoderne ulaşan İslam düşmanları, Moğol istilasına bakarak şunu kesinlikle anlamışlardır: Ehl-i Sünnet geri plana düşerse İslam ümmetinin kurtuluşu zorlaşıp gecikir. Bunun için Ehl-i Sünnet’i bastırmak, ona alternatifler üretmek gerekir!
İslam’a Karşı Oryantalizm
Müslümanlar yaklaşık 200 yıldır büyük bir medeniyet kriziyle yüz yüzedirler. Bu krizin hissedildiği dönemde Müslümanlar; fen, teknoloji ve beşerî ilimlerde geri kalmışlığımız söz konusudur. Kendimizi bu alanlarda toparlarsak düşmanımızla baş edebileceğiz, dediler. Buna karşı İslam karşıtları, içimizden birilerini devşirip yönlendirerek “Siz ne diye teknoloji ve bilimle uğraşacaksınız ki, siz İslam'ı terk edin, o zaman gelişirsiniz!” dediler. “Biz, İslam'ı asla terk etmeyiz” dediğimizde onlar, “O zaman kıyafetlerinizle, oturuş kalkışınızla uğraşın” dediler, modernizmi dünyamıza ihraç ettiler ve oryantalizmi o yönde kullandılar. Napolyon’un Akka’ya takılmasıyla sistematik bir yapıya kavuşan oryantalizmin gayesi bizi kültürel istila yoluyla İslam’dan tamamen koparıp direniş ruhumuzu öldürmek, böylece Napolyon’un başaramadığını başarmaktı.
Biz Batı’dan bilim ve teknolojiyi almaya çalışırken onlar bize Batı’nın yaşam tarzını ihraç ettiler. Burada çok ilginç misaller vardır. Örneğin, Tanzimat Dönemi’nde İbrahim Şinasi'yi maliye öğrensin diye Avrupa'ya gönderiyoruz. Ama Batılılar onu, şair ve tiyatrocu diye bize gönderiyorlar. Şinasi Efendi, tabiri caizse ve o günkü ifadelerle bizi bir “uygarlık peygamberi” olarak dönüştürmeye, Batılılaştırmaya çalışıyor. Başka isimleri de doktor olsunlar, bize sağlık hizmetlerini sunsunlar diye Batı’ya gönderdik. Onlar da dönüp İttihat ve Terakki saflarında bizi Batı istilasını kolaylaştırma yönünde dönüştürmeye çalıştılar.
İslam dünyası I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla büyük bir istilaya uğramıştır. Fakat bu istila dünyanın başka yerlerindeki uzun süreli istilalara benzememiş, Müslümanlar başta Anadolu olmak üzere istila ile mücadele etmişlerdir. Nihayetinde 1950'li yıllara geldiğimizde İslam aleminin büyük çoğunluğu şu veya bu şekilde kusurlu da olsa bağımsız devletlere bürünmeye başlamıştır. 60'lı yıllara geldiğimizde Cezayir ve başkalarının bağımsızlığını kazanmasıyla süreç tamamlanmış; Batı, İslam alemini tam olarak istila etme konusunda devasa bir hayal kırıklığı yaşamıştır. Bununla birlikte I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından ama özellikle 1960’lı yıllarda İslam dünyasının tamamında ulus devletlerin eliyle çok ağır baskılar uygulanarak Müslüman toplumlarla İslam’ın arası açılmaya çalışılmıştır. Fakat o süreçte de “modernleştirme” operasyonu istedikleri başarıyı gösterememiştir.
Örneğin modernitenin uç bir aşaması olan sosyalizm, ulusalcı sosyalizm olarak çok ağır baskılar hâlinde Müslümanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı hâlde İslam aleminin özellikle Sünni kesiminde etkili olamamıştır. Sosyalizm, milliyetçilikle karıştırılmasına, sentezlenmesine rağmen hep sınırlı elit bir sınıfın ideolojisi olarak kalmıştır. İslam aleminde istisna bazı yapılar oluşmuşsa da tam bir komünist rejim kurulamamıştır. Arnavutluk ve Yemen’le alakalı bir hikâye dışında, sol dediğimiz fikriyat Sünni Müslümanlar arasında tutmamıştır. Oralarda da Ehl-i Sünnet’ten olmayan kesimler arasında önderlik ihdas edilmeye çalışılmıştır. Köken olarak Ehl-i Sünnet’ten gelmeyen (Alevi, Şiî), kökenini kimi zaman saklayan kişiler yetiştirilerek İslam alemi dönüştürülmeye çalışılmıştır.
Ehl-i Sünnet dünyasında gelişen İhya hareketleri, bu operasyonun başarıya ulaşmasını engellemiştir. Batı, 20. yüzyılın sonunda sadece modernitenin o dönemdeki en uç yapısı sosyalizmin çöküşüne tanıklık etmemiş, aynı zamanda İslâmî ihya hareketlerinin başarısına da tanıklık ederek modernizmin İslam aleminde çöküşüne de tanıklık etmiştir. İslâmî kesimler; Cezayir, Filistin, Türkiye, Bosna, Malezya ve başka yurtlarda iktidar ya da en güçlü iktidar adayı olmuşlardır.
Ehl-i Sünnet’e Karşı Neo-Oryantalizm
20. yüzyılın sonlarına doğru İslam alemi, neo-oryantalizm üzerinden yeni bir operasyonla karşılaşmıştır: İslâmî ihya hareketlerinin başarısı, Batı’da İslamofobi ile de ifade edilen bir ürküntü oluşturmuştur. İslam'la mücadelenin başarısızlığa uğradığına dair güçlü bir kanaat hasıl olmuş ve bu kanaat, İslam karşıtlarında İslam’a karşı küresel mücadele başlatma düşüncesini geliştirmiştir. Neticede sözde iklim bozukluğuyla mücadele örnek alınarak “İslâmî terör” denilen ama aslında İslam'ın kendisiyle mücadele yönünde yeni bir operasyon başlatılmıştır ve bilindiği kadarıyla bu operasyonun mimarı Bernard Lewis’tir.
Lewis, lehimize parlak sözler söyleyince dostumuz sanılmış, Osmanlı arşivlerinde, bizim üzerimize çalışmasına müsaade edilmiştir. Oysa Lewis, İngiltere'de doğup büyüyen, İngiltere istihbaratında II. Dünya Savaşı boyunca görev yapan Yahudi bir sosyal bilimcidir. Onun israil’in kuruluşunda özel bir yeri var; kendisi bizzat hatıralarında bunu ifade etmiştir. Sonra Amerika'ya geçmiş, orada farklı kurumlara danışmanlık yapmıştır. Hem “Tarihin Sonu” hem “Medeniyetler Çatışması” tezlerinin isim babası ve arka plandaki üreticisidir. Çatışır görünen ama aslında birbirini tamamlayan bu iki tez onun editörlüğünü yaptığı dergilerde yayımlanmıştır.
Konudan uzaklaşmadık mı diyeceksiniz, hayır aksine tam merkezindeyiz. Zira Lewis’in çalışmaları İslam alemi üzerine Amerikan merkezli bir oryantalizm başlatıyor ki biz buna neo-oryantalizm/ yeni oryantalizm diyoruz. İşte bugün Ehl-i Sünnet karşıtı fikirlerin yayılması tam da bu oryantalizm türünün kılavuzluğunda gerçekleşmektedir.
Lewis, Körfez Savaşı'nın mimarıdır. Kendisi bunu bizzat söylüyor, ABD Başkanı Bush’u ben ikna ettim, demiştir. Sonra savaşın planlanması doğrultusunda Hindistan’la görüşmüş, Türkiye'ye de gelip Körfez Savaşı için ortam hazırlamıştır.
Körfez Savaşı'nın kritik bir özelliği var. Bu savaştan sonra Şiîlik İslam aleminde yayılmaya başlamış ve gittikçe alanını genişletmiştir. Öte yandan yine bu savaştan sonra İslam aleminin kadim merkez kıtasında Selefçi yapılar büyümeye, savaşçı bir güç halini almaya başlamıştır. Savaştan önce esas fonksiyonlarının bidatle mücadele olduğunu iddia eden bu yapılar, savaştan sonra İslâmî ihya hareketlerinin gençliğinin aklını başından almış, onu uçuk kaçık tekfirciliğe saptırmıştır. Bu iki kesim arasındaki mücadele ise İslam aleminde tam bir kaosa yol açmıştır. Şiîler, burada bir meşhedimiz var, imamımız bir zamanlar buraya uğramıştır, deyip bir yeri sahiplenmeye başlamışlar ve Selefçi yapılar da burası Ehl-i Bidat’ın yeridir, deyip oralara saldırılar düzenlemişlerdir. Nihayetinde karşılıklı saldırılarda nice Müslüman, kadın, çocuk, yaşlı, genç can vermiş, Müslümanın kanı heder olmuştur. Müslüman kanı ucuzlamıştır.
Derken biz bunlardan önce, İslâmî ihyayı, ıslahı, dış istilaya karşı cihadı, Ehl-i Beyt imamlarının zulümle, Selef-i Sâlihin’in bidatle mücadelesini konuşurken bu yapılar arasındaki kavgaları konuşmaya başladık. İçimizdeki bu iki azınlık, bir anda bizim önderimiz konumuna çıkıp gündemimizi belirlemeye başladı. Bu, Lewis’in maharetidir.
Sizce Lewis’in doktora tezinin konusu ne olabilir? İlginç mi bilmiyorum ama İsmailîlik, Suriye İsmâilîliği. Onun sonraki çalışma alanı Alamut Kalesi’dir: Hasan Sabbah’ın Haşhaşîlerinin kalesi. Müslümanların çok büyük zorluklar yaşayıp kendilerini ihya etmeyle meşgul oldukları bir dönemde, çok kıymetli İslam önderlerini şehid eden Hassan Sabbah’ı araştırmış Lewis. Müslüman gençlerinin aldatılıp Müslümanları katletmek için kullanıldığı Alamut Kalesi üzerine araştırma yapmış.
Talebelerinden ve kendisinden sonraki Pentagon uzmanlarından anlaşıldığı kadarıyla Lewis'in temel tezi, İslam alemindeki azınlıklar harekete geçirilerek ihya hareketleriyle başlayan birliğin çatışmaya dönüştürülmesidir. Çok mühim bir nokta… Azınlıkların harekete geçirilmesi. Bunun bir yanı etnik azınlıkların öne çıkarılması, diğer yanı ise mezhepsel azınlıkların büyütülmesidir. Kime karşı, % 90’ı aşan Ehl-i Sünnet’e karşı. Bugün sizler bu projeyle karşı karşıyasınız. Bir yandan Ehl-i Sünnet’i gözden düşürmeye çalışan çabalar, itibarsız tipleri Ehl-i Sünnet diye tanıtıp Ehl-i Sünnet’i itibarsızlaştırma gayretleri; diğer yandan en marjinal yapıları Ehl-i Sünnet diye öne sürme sinsiliği. Lewis’in projesindeki hedef, Ehl-i Sünnet’in bunlar arasındaki çekişmede boğulup imha olmasıdır.
İslam’la mücadelenin Lewis’ten önceki oryantalist önderi Arnold Joseph Toynbee, “Batı uygarlığını ancak İslam yıkabilir” demiştir. Zannedilir ki Toynbee, bu sözüyle İslam'ı övüyor. Halbuki o, bu sözle bir riski duyuruyor. Kedisinden sonra işte o riske karşı Batı’dan yana çözümü, Lewis ortaya koyuyor: Azınlıkların güçlendirilmesi, mezhepsel azınlıkların Müslümanların temsilcisi konumuna çıkarılması. Böylece 20. yüzyılda İttihad-ı İslam/İslam Birliği adı altında başlayan ve farklı camialarca sahiplenilen fikriyata karşı gizli bir isyan hareketinin başlatılması.
Bunun tarihsel kökleri vardır. İslam tarihinin ilk yüzyılına baktığınızda Müslümanların birliğinin temelde iki fikriyat tarafından bozulduğunu görürsünüz. Bunlardan biri Ehli Beyt’i sahiplenme iddiasıyla ortaya çıkan farklı Şiî yapılanmalardır. Diğeri ise bugünkü bir kısım Selefçiliğin atası Haricilik yapılanmasıdır.
O yapılardan sonra Mutezile ortaya çıkmıştır. Bu akım, günümüzdeki reformculuğun atası kabul edilir. Lewisçi Neo-Oryantalizm, bu üç akımı canlandırarak üç koldan Ümmeti ezip çoğunluğu oluşturan Ehl-i Sünnet’i saf dışı bırakmaya, dolayısıyla Müslümanların medeniyet yolculuğunu durdurmaya çalışmaktadır.
Biz, bu yapının faaliyetleri sonucunda yeni bir durumla karşı karşıyayız: Medeniyet krizinin derinleşmesi… Bu krizin özü şudur: Modernizme karşı kurtuluş hareketimize önderlik eden ihya hareketleri bugün ABD himayesindeki neo-oryantalizmin maharetiyle uç dindarlık versiyonları üzerinden imha edilmeye çalışılıyor. Kurtarıcılarımız, bizzat dindar görünümlü yapılar eliyle etkisiz hâle getirilme yoluna gidiliyor. Biz, ihya hareketleri ile kılavuzlar edinmişken bugün kafamız karmakarışık, kendi başımıza ortalıkta dolanıp duruyoruz. Bunun özeti şudur: 20. Yüzyılda önümüze konan seküler sahte kılavuzlardan sonra, 21. Yüzyılın başında içimizden seçilen dindar görünümlü sahte kılavuzların önümüze sürülmesi. İkincisiyle uğraşmak birincisiyle uğraşmaktan çok daha zor.
Son yıllardaki tecrübe, neo-haricilik olarak önümüze konan tekfirci yapıların sahte kılavuzluk rolünü tek başına üstlenmekte başarısız olduğunu ortaya koydu. İslam dünyasında ona karşı ciddi bir uyanış var. Ama tam da onu aşarken şimdi Şiî yapılar, bizi kurtaracak yapılar diye önümüze sürülüyor. Özellikle Kudüs davası üzerinden onların sorunlarımıza çare olacağı iddia ediliyor. Dedik ya, Ehl-i Sünnet akaidi ile ilgili kitaplar, kriz dönemlerinde yazılmış. Bugün Ehl-i Sünnet’in tarihî rolünü hatırlatmak da işte böyle derin bir krizle ilgilidir.
Vakanın özeti şudur: Moğol istilasından sonra, İslam dünyası Osmanlı’yı kurmayı başararak ihya olmuş fakat Moğol istilası eseri Safevi Devleti, bu ihyanın bir dünya fethine dönüşmesini engellemiştir. Avrupa sömürgeciliği de Moğol istilası tahribatına yönelmişse İslâmî ihya hareketleri, bunun önüne geçmiştir. Körfez Savaşı’ndan sonra Selefçilik kullanılarak Şiîliğin canlandırılmasıyla ihya hareketlerinin girişimi yarı yolda kesilmeye çalışılmıştır. Biz, krizden kurtulmaya çalışırken krizi derinleştirme yoluna gidilmiştir.
Zannederim bu yorucu tarihi yolculuğun ardından konumuzun kavramlarına geçebiliriz.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat nedir?
Bu soruya cevap olarak Sünnet ve cemaate tabi olanlardır, denmiştir. Sünnet, Kur'an'ın pratiğidir. Dolayısıyla kavramı Kur'an'a ve Sünnet’e tabi olanlar diye anlamalıyız. Resûl-i Ekrem, “Benim ve Ashabımın yoluna uyanlar” diye buyurur. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Resûl-i Ekrem ve Onun Ashabına tabi olanlardır.
Burayı biraz daha açmamız gerekecek: Ehl-i Sünnet’i ifade için, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kavramıyla eş anlamlı olarak Sevadü’l-A'zam ifadesi de kullanılmıştır. Bu kavram ise “büyük çoğunluk” diye çevrilmiştir.
Sünnet, Resûl-i Ekrem’in kendisidir. Resûl-i Ekrem ise Hz. Aişe validemizin ifadesiyle “Yürüyen Kur’an’dır.”, “Onun ahlakı Kur’an’dır”. Öyleyse Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kavramındaki Sünnet; Kur’an ve Sünnet’tir. Bu kavramdaki cemaat ise önce Ehl-i Beyt’in de içinde yer aldığı Ashabdır. Ashaba hakkıyla tabi olan Tâbiîn, onları da hakkıyla takip eden Tebeü’t-Tâbiîn’dir ki biz tamamına Selef-i Sâlihîn deriz. Ehl-i Sünnet onların yolu üzere olan Ümmetin büyük çoğunluğudur, Sevadü’l-A'zam’dır, ana akımıdır. Özlü bir ifadeyle Ehl-i Sünnet’teki Sünnet Resûl-i Ekrem’dir, cemaat ise Ümmettir. Resûl-i Ekrem, imamdır ve cemaat, ona uyan Ümmettir.
Hemen mühim bir noktaya değinmem gerekir: Kur'an ve Sünnet’e tabi olma iddiasıyla Ehl-i Sünnet’ten söz edip Ümmet’in tarihsel serüvenini inkâr edenlerin yolu, Ehl-i Sünnet’e kesinlikle aykırıdır. Ehl-i Sünnet adı altında sözde öze dönüş iddiasıyla tarihi serüveni böyle atlayanlar, Ehl-i Sünnet olamazlar. Son dönemde Suudi Arabistan menşeli bu yönde çok sayıda eser kaleme alınmaktadır. Ehl-i Sünnet Akaidi başlığı altında dört bir yana dağıtılan eserlerde Ehl-i Sünnet, Kur’an ve Sünnet’e tabi olanlardır. Selef-i Sâlihîn de Kur’an ve Sünnet’e tabi olmuştur. Öyleyse döneceğimiz yer Kur’an ve Sünnet’tir, yani Selefin yoludur demektedir bu eserler. Bunu söylerken bütün İslam tarihini atlayıp İslam’ın ilk yüz yılına gider ve orada kalırlar. Kulağa pek tatlı gelse de bu yol Resûl-i Ekrem’in yolu değildir, Kur’an ve Sünnet’in özüne aykırıdır. Kur’an ve Sünnet, bizi asla iman ehlinin serüveninden koparmaz, aksine sürekli onunla yüzleştirir. Tarih, Müslümanların tarihidir, onu inkâr etmek, Kur’an ve Sünnet’i kabul eder görünürken Ümmet’i reddetmektir. Şia, Resûl-i Ekrem’i Ashabsız bıraktığı gibi, bunlar da Resûl-i Ekrem’i ümmetsiz bırakmaktadır. Biri Ashabı siler, diğeri sonraki Ümmeti. Böylece topyekûn bir imha gerçekleşecektir! Planın hedefi budur.
Bu, öylesine gelişmiş bir fikir değildir. Oryantalistler ve neo-oryantalislter tarafından savaş sanatıyla üretilmiş bir taktiktir. Burada İslam’ın mukaddesatı, İslam medeniyetine karşı kullanılmaktadır. “Rakibim en büyük yardımcımdır” denerek Müslümanların en temiz gençleri, İslam medeniyetine karşı konumlandırılıyor. Müslümanların içinde marjinal yapılar üretilerek İslam onlarla özdeşleştiriliyor. Böylece İslam veya Ehl-i Sünnet denince akla onlar geliyor. Ehl-i Sünnet onlar üzerinden resmen suiistimal ediliyor. Derken Ehl-i Sünnet, bir buluşturma zemini iken bunların üzerinden bir bölen konumuna düşürülüyor. Korkunç bir proje! Şeytani bir tuzak!
Nûreddin Mahmud Zengî Hazretleri, alimlerin aralarında teferruata dalıp tartıştığını görünce mealen; “onlara söyleyin biz onları buraya bizi birleştirsin diye getirdik, ayrıştıracaklarsa gitsinler” buyuruyor.
Sorun ne? Onlardan bir grup, Ehl-i Beyt’i suiistimal ediyor, diğer grup Ehl-i Beyt’siz bir İslam anlatmaya çalışıyor. Hayır, bunların hiçbiri Ehl-i Sünnet’i temsil edemez.
Zahid Kotku Hazretleri, Ehl-i Sünnet Akaidi kitabının başına Semerkandî’nin Sevadü’l-A'zam adlı eserini yerleştirmiştir. Böylece onun eseri Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ile Sevadü’l-A'zam’ın bir olduğunu daha baştan duyurmuştur. Ki tarihte de iki kavram neredeyse aynı anlamda kullanılmıştır. Sevad siyahlık, azam en büyük; Sevad-ı Azam büyük çoğunluk, ana akım, çatı yapı, ana yol, ana cadde anlamına gelir. Ehl-i Sünnet İslam'ın ana akımıdır. İslam'ın özüdür, bir mezhep değildir; İslam'ın kendisidir.
Sevad-ı Azam’daki “sevad”, “siyahlık” anlamında da kullanılır. Araplar buradaki siyahlığı aynı zamanda uzaktan görülebilen şey anlamında da kullanmaktadır. Çöldeki beyazlığı düşünün, orada bir siyah nokta olduğunda epey uzaktan görülür. İşte Araplar o siyahlıkla görülme, fark edilme arasında bir ilişki kurarlar. Bu manada Sevad-ı Azam, uzaktan açık seçik görülen güzergahtır. Dolayısıyla Sevad-ı Azam olarak Ehl-i Sünnet; mubin, açık, net bir akideye sahiptir ama aynı zamanda geniş caddedir, bir büyük şemsiyedir.
Normalde netlik, genişliğe muhaliftir. Zira netlik, marjinalleştirebilir. Yol netleştikçe çevreden farklılaşır, daralır. Genişlik de müphemliğe yol açar, ayrıntıyı kaybettir. Halbuki Ehl-i Sünnet’in akidesi özde nettir, kitaplarımızda anlatıldığı üzere açık seçiktir ama kanatları, birleştirecek ve bütünleştirecek kadar geniştir. Hem net hem geniş olmak, Ehl-i Sünnet’in hem özgün hem üstün bir yanıdır, hatta alamet-i farikasıdır.
Bir mukaddesata tabi olma insanda kibir, ucb meydana getirir ve o kibir o ucb, yani kendini beğenme marjinalliğe yol açar. Sünnet’e tabi oluş da elbette insanda bir gurur oluşturma riski oluşturur, ucb riskine yol açar. Sünnet’e hakkıyla tabi olacaksın ama Sünnet’e tabi oluşun senin cemaati ihmal etmene yol açmayacak, cemaati görmezlikten gelmene sebep olmayacak. Şöyle düşünelim: Sen namazı hakkıyla dört dörtlük kıldırıyorsun ama arkandaki cemaati de gözetiyorsun. Onun dağılması bir yana onun büyümesine vesile oluyorsun. Buradaki öz, öyle bir özdür ki sonuna kadar net, sonuna kadar açıktır. Lâkin marjinalin aksine büyük bir evren oluşturmaktadır.
Buradaki birinci mühim nokta, öz ve birlik ilişkisidir. Özün büyük bir birlik oluşturması; öte yandan birliğin de öze hizmet etmesi. Öz, birliği sağlamalı ve birlik, özü korumalıdır. Bu denklemdeki her ayrıntı önemlidir.
Ehl-i Sünnet’te fasığın arkasında namaz kılınır. Emir fasık da olsa onunla cihada gidilir. Bu çok mühim bir ilkedir. Fısk kınanır, fıskın kendisi ötekileştirilir ama fasığın cemaatin dışına çıkmasına, ötekilerden sayılmasına müsaade edilmez. Böylece cemaatin kanatları geniş tutulur. Bu, günümüzde birazdan anlatacağım ayrıntılarla beraber sosyal Müslümanlık diyebileceğimiz bir kavramın önünü açar. Ki bu yaklaşım, özünü mutlak şekilde Medine'den, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) uygulamalarından almaktadır.
İkinci husus; cemaatin Medenî oluşu, teferruatın ise Bedevîliği ile alakalıdır. Sizin bir medeniyet oluşturmanız için bir önderliğin çevresinde birlikte yaşamayı ve aynı amaçlar doğrultusunda beraber hareket etmeyi öğrenmeniz lazım. Teferruat ise sürekli kendini korumaya, medeni olanda istemediği bir ayrıntı bularak kendini medeniyetten uzak tutmaya, vaha veya bozkırında kendisine bir yaşam alanı oluşturmaya çalışır. Medeniyet, teferruatı önemser ama teferruat yatkınlığının kendisine hükmetmesine, kendisini durdurmasına izin vermez. Medeniyet için teferruat yatkınlığı var olmalı ama kontrol altında tutulmalıdır. Aksi hâlde teferruat Bedevî’nin silahı gibidir. O, birlikten ayrılmak için mukaddes bir teferruata sarıldığını düşünür, teferruata tabi olmayanı küçümser hatta yoldan sapmış bilir. Haricilik incelendiğinde bu husus daha da net anlaşılır. Harici, kendince bir teferruat bulur ve o teferruat üzerinden isyan ederek birliği bozar, gelişmeyi durdurur.
Bedevi aynı zamanda kibirlidir. Medenîyi küçümser, onda sürekli yanlış arar. Bu husustaki en etkili silahı ise tekfirdir. Bedevî başkalarını tekfir ederken aslında kendisinin ne kadar doğru, dolayısıyla üstün biri olduğunu ispat derdindedir. Bu husus onda o kadar aşırıya gider ki kendisini neredeyse haşa ilahlaştırır, kemini cehenneme, kimin cennete gideceğine bizzat kendisi karar verir ve bunu oldukça kaba ifadelerle ifade etmekten de çekinmez. Ehl-i Sünnet, mutlak bir şekilde o tekfirden kaçınmış, tekfirciliği alabildiğine dışlamıştır.
Ehl-i Sünnet: Stratejik Büyük Önderlik
Bu büyük önderlik farklı olanı kanatları altına alır, içeride barındırır, ona müsamaha gösterir. Bununla birlikte onun tepeye çıkmasına, imameti ele geçirmesine müsaade etmez. O yöndeki girişimlerine göz de yummaz. Gerek teferruatla ilgili gerekse tekfirle ilgili yaklaşımında bu hep vardır. Ehl-i Sünnet bu yönde çok stratejik bir çizgidir. Bu stratejik çizginin esası, içeride birliği güçlendirme, içerideki uzlaşıyı mümkün olduğu kadar geniş tutma ama istilaya karşı tavizsiz olma, dış istila söz konusu olduğunda ise ona karşı çok net bir tavır içinde olmaktır. Ki burada birlik fikri ile istila karşısında durmak arasında doğrudan bir ilgi söz konusudur.
Ehl-i Sünnet nettir ve bu netlik gereği; imamet makamı hiçbir şekilde, hiçbir şartta Ehl-i Sünnet dışında kimseye verilemez. Tarihsel sürece baktığımızda Büveyhi ve Fatımî süreçleri, sonraki Safeviler Devri ve günümüzdeki örnekler. Ehl-i Sünnet geri plana düştüğünde diğer kesimlerle ilgili olarak acaba bunlar kurtarıcı olabilir mi, diye bir düşünce öne çıkmıştır. Bu düşünceyi bertaraf edecek olan net bir akidedir. Bu aikde imameti Ehl-i Sünnet olmayana vermez. Öte yandan Ehl-i Sünnet, etrafı da düşmana teslim etmeyecek, onları düşmandan saymayacak bir Sevad-ı Azam fikri, bir ana akım, bir şemsiye fikridir, tekfir etmez, ötekileştirmez. Bunun için Ehl-i Sünnet demiştir ki camiye kimin cenazesi gelirse üzerine namazı kılarız ve camide kimi mihrapta görürsek arkasında namaza dururuz. Zaman zaman bunlar tartışmaya açılıyor, şunun bunun cenaze namazı kılınır mı kılınmaz mı diye. Burada Ehl-i Sünnet, söz konusu kişinin kalbinin nasıl olduğu, onun Allah katındaki konumunun ne olduğuyla alakadar olmaz. Ehl-i Sünnet, bir yandan muttaki kimdir, sünnete kimler tabidir, kafir, fasık, münafık kimdir, bunları netleştirir. Böylece fasıkların ve ehl-i bidatın öne çıkıp imam olmasına müsaade etmez ama bu yönlere sapanların dışarıya atılmalarına da izin vermez. Bu net ve kapsayıcı yaklaşım, Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Sünnet’inden gelir.
Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, münafıkların cenaze namazını kılmamış ama Ashabının kılmasına da engel olmamıştır. Münafıkları teşhir etmemiş, isimlerini sadece belli kişilerle paylaşmıştır. Bir alim bunu şöyle izah etmiştir: Münafık kendini Müslüman sayınca evladını Müslümanlardan uzaklaştıramıyordu. Hz. Peygamber, maslahatı gözeterek onların çocuklarını İslam’a kazandırıyordu.
Siz münafığı kafirden sayınca, evladı da küfür cephesine geçer ve bu içerideki yapıyı küçültür, böler, iç tartışmalara sürükler ki bu da dış istilayı kolaylaştırır. Bununla beraber çok mühim bir noktaya değineceğim: Ehl-i Sünnet, tarih boyunca dış istilayı en büyük tehdit olarak görmüştür. Hiçbir felaketi dış istiladan daha tehlikeli görmemiştir. Baştaki şahıs münafıkmış, fasıkmış, Müslümanlardan değilmiş, gizli kafirmiş; bunların hiçbirini ama hiçbirini dış istila kadar, küffarın İslam alemindeki toprakları istila etmesi kadar büyük bir tehlike olarak görmemiştir.
Bugünkü hem birey psikolojisi hem kitle psikolojisi araştırmaları bize şunu göstermektedir: İstila altında yaşamanın bir eziklik psikolojisi vardır. Kişi başındakini ister münafık ister fasık olsun, Müslüman olarak biliyorsa yurdunun hâlâ Müslümanlar tarafından yönetildiğini düşünüyorsa belli bir gururu belli bir onuru taşıyordur. Halbuki istilada bu gurur, bu onur incinmeye başlamaktadır.
Birlik sizi dış istiladan korur ve dış istilaya karşı mücadele, aynı zamanda enerjinin dışarıya yönelmesini sağlayarak içeride birliği pekiştirir. Biz bunu bariz bir şekilde Gaznelilerin kurucu hükümdarı Alptekin’de görürüz, Allah rahmet eylesin. Samanoğulları’nda iç kavgalar büyüdüğünde atına biner, kılıcını alır ve der ki “Benim bu dünyada yiyecek bir ekmeğim kalmışsa, ben asla ümmete kılıç sallamayayım, Müslümanların katlinde yer almayayım, kim benimle geliyorsa gelsin ben Hindistan'a fetihlere gidiyorum.” Yine Selahaddin-i Eyyubi Hazretleri kendi kardeşine Yemen'e gönderdiği mektupta şunu özellikle vurgulamıştır: “Kılıçlarımız Müslümanların boyunlarında eskimesin, körelmesin; Allah bizi bundan korusun.” Nureddin Mahmud Zengî Hazretleri de Halep'te Haçlılarla iş birliği yapan İsmailî toplulukları düşmandan bellemiştir. Çünkü düşmanın safında savaşan, düşmandandır. O devirde akide problemi olan, asla Ehl-i Sünnet’ten sayılmamıştır. Ehl-i bid’a denen kesimlere ise mümkün oldukça göz yumulmuş hatta bir süre Halep Ulu Camiî’ni kontrol altında tutmalarına dahi fitne olmasın diye ses çıkarılmamıştır. Onlar, sürgün edilip merkezden uzaklaştırılmıştır. Ehl-i Sünnet’in ehl-i bid’a ile ilgili genel yaklaşımı budur. Eğer ehl-i bid’a, önder olmaya çalışmıyorsa bölecek bir tehdit haline gelmemişse, dış istilayı kolaylaştıracak girişimler içinde değilse; başka bir ifadeyle içeride bölmüyor ve dışarıda istilacıların yanında yer almıyorsa, içeride imameti ele geçirip ümmetin tümünü fesada uğratma gibi bir gayret içinde değilse görmezlikten gelinmiştir. Ama aksi bir durumla karşılaşıldığında, onlarla mücadele edilmiştir.
Yavuz Sultan Selim'in tutumu özde buna uzak değildir ve onun tutumu, Nureddin Mahmud Zengî’nin tutumuna muhalif sayılmamalıdır. Aksine onların yaklaşımları birbirini tamamlar. Ehl-i Sünnet, onların şahsıda Ehl-i Bid’a konusunda maslahatı gözetmiş ama maslahatı gözetmenin suiistimal edilmesine de izin vermemiştir. Sonradan yaşananlar, Yavuz’un Safeviler ve uzantılarına karşı tutumunda kesinlikle haklı olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Ehl-i Sünnet’in bu tutumu, bir yandan Müslüman bir fert için cennete gitme kılavuzudur. Öte yandan Ümmet için bir büyük devlet fikriyatıdır. Ehl-i Sünnet bu öz, birlik, teferruat, tekfir ve istila kavramları etrafındaki yaklaşımıyla bir yandan Müslüman bir ferdi cennete götürecek güzergahı ona öğretir. Diğer yandan İslam medeniyetini sürdürüp yeryüzüne yayacak, onu bir cihan devletine dönüştürecek bir büyük devlet fikriyatı, bir stratejik yaklaşım sunar.
Ehl-i Sünnet, ferdin maslahatını gözetmeyle büyük devleti kurup yaşatacak tedbirler arasında bir tenakuz, bir paradoks görmez. Bu yönde bir itidal oluşturur. İtidal ise buluşturup kaynaştırır. Nitekim tarih boyunca ümmetin ezici bir çoğunluğu, %90'ından fazlası Sevad-ı Azam yani büyük çoğunluk içinde yer almış ki malum Ehl-i Sünnet’e aynı zamanda Fırka-i Naciye denmiştir.
Ehl-i Sünnet, ferdi cennete götürecek yolu ona göstermiş, ümmetin büyük çoğunluğunu oraya yönlendirmiş, o yönde vaazlarla, teşviklerle cennetin yolunu göstermiştir. Ama aynı şekilde bu büyük çoğunluğu büyük devlet çatıları altında toplayacak fikriyatlar ve ihya hareketleri geliştirmiştir. Eğer Çin Seddi’nden Endülüs'e kadar bir İslam vatanı oluşmuşsa, bu söylediklerimiz vesilesiyle oluşmuştur.
Müslümanların Moğol İstilası karşısında tükeniş yaşadıkları ve Memlûkların iç çekişmelere sürüklendikleri bir zamanda Anadolu’nun bir ucunda Söğüt gibi küçük bir şehirde, bir tasavvuf şeyhi ile bir Türkmen beyini bir araya getirip Bir büyük Osmanlı Devleti’ni hasıl etmek Ehl-i Sünnet’in yaklaşımıyla mümkün olmuştur. Gaznelilerin serüveni de Afrika'daki Muvahhidlerin ve Murabıtların hikayesi de budur. Zengîler, Eyyubîler, Memlûkların hikayesi de budur. Bir yandan fert için bir dünya bir evren kurmak; öte yandan büyük devleti kuracak, yaşatacak ve geliştirecek bir fikriyat oluşturmak…Ne zaman ki Ehl-i Sünnet’ten bir uzaklaşma olmuşsa bu devletler gerilemeye başlamış, çöküşe sürüklenmiştir. Aynı şekilde toplum bozulmaya başlamıştır. Buna karşılık çözüm ise tekrar ferdi, aile ve toplumu ıslah etmek ve yeniden bu büyük medeniyeti ayağa kaldıracak o büyük ve kapsayıcı devlet fikriyatına, yani Ehl-i Sünnet’e yönelmektir. Bu tam olarak medeni bir yolculuktur, bir medeniyet yolculuğudur.
Ehl-i Sünnet’in özü Medine’dir
Ehl-i Sünnet’i Şam'da, Bağdat'ta başka yerlerde arayanlar olmuştur. Bu renklilik karşısında Ehl-i Sünnet nerede aranmalıdır, denirse… Ehl-i Sünnet’in özü Medine’dir. Ehl-i Sünnet Resûl-i Ekrem ve Ashabı’nın önderliğiyle Ehl-i Medine’dir. Hulefâ-yi Râşidîn ve Tabiin’in önderliğiyle Ehl-i Medine’dir. Fıkhi bir kavram manasında değil, Medine’de oluşan insan unsuru ve onların medeniyeti bağlamında…
Emevi Devri’nde de biz şunu göreceğiz: Ashabın büyükleri Medine'de bir araya gelmişler. Ashabın özellikle Medine'de doğan nesli… Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer Medine'de doğup büyüyen, İslami devirde doğup büyüyenler, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimiz ve diğer Ashab büyükleri… Medine’de olmayanlar da Medine ile sıkı bir iletişim hâlinde olmuşlardır. Hep beraber (1) Halis bir niyet üzere (2) Sağlam bir akide ifade etmişler. (3) Salih bir amel/ pratik sergilemişler; o pratik üzerinde bir uzlaşı geliştirmişler. (4) Büyük “Müslüman aklı”nı o akide ve pratik üzere temsil etmişler. (5) Onu Ümmetin büyük vicdanıyla tamamlamışlardır. Ümmet vicdanı, çok dehşete düşürücü derin bir vicdandır. Yeri geldiğinde hakkında uzun uzun konuşabiliriz. Yanılıyor muyum bilmiyorum ama bazen derim ki Ümmet’in vicdanı pek çok yerde ümmetin aklından büyüktür.
Ehl-i Sünnet Aklı
Ehl-i Sünnet aklı, Müslüman aklının kendisidir. O, bir yandan emri bil maruf nehyi ‘anil münkerde bulunup yanlışlarla mücadele ederken, zulme karşı çıkarken, ifsada karşı koyarken, zalim hükümdarlara karşı hak sözü dile getirirken, zulmü bertaraf etmek için öne atılırken diğer yandan büyük devletler kurup yaşatmış, geliştirmiş, büyük Medeni anlayışı da ortaya koyup dikte etmiştir. Gerek Nureddin gerekse Selahaddin’i çalışırken, sıklıkla Müslüman aklı vurgusunda bulundum ki kanaatimce o akıl, tamı tamına Ehl-i Sünnet aklıdır.
Ehl-i Sünnet aklı, teferruatı bilir ama ona takılmaz. Haini bilir ama hain edebiyatı yapmaz. Hain tehlikeli olmaya başladığında onunla uğraşır. Dolayısıyla akidesi ne kadar sağlamsa pratiği o kadar maslahatı gözetecek bir esnekliğe sahiptir. Dışarıdan baktığınızda uyuyor gibidir, sessizdir, halimdir. Ama düşman istilası söz konusu olduğunda tamı tamına bir kartaldır ki bazı hükümdarlarımızın arması kartaldır. Düşmanın tepesine iner, onunla mücadele eder. Dolayısıyla bir yerde Ehl-i Sünnet hakikaten ayaktaysa, istila mümkün olmamıştır, zorlaşmıştır ve eğer bir yerde istila olmuşsa orada yeterli bir araştırma yapıldığında Ehl-i Sünnet’ten olmayan unsurların devreye girdiğini göreceksiniz.
Osmanlının yıkılışı meselesi de dahil, Abbasîlerin, Endülüs'ün tamamı için geçerlidir bu durum. Ehl-i Sünnet aklı tartışmaları dinler, tepkisel değildir. Her söze cevap vermez. Tehdit, Ümmet’in evlatlarını yoldan çıkarmaya, saptırmaya dönüştüğünde ve Ümmet’in birliğini bozup istilacıların işini kolaylaştırma noktasına vardığında Ehl-i Sünnet en sert şekilde müdahale eder. Burada bazen Nureddin Zengi Hazretleri olur, Fâtımî rejimine karşı; bazen Safevilere karşı Yavuz Sultan Selim olur ama mutlaka müdahalede bulunur.
Sorular ve Cevaplar
Soru 1:
Ehl-i Sünnet’in kuramsal olarak kendine has vizyonu tarihsel süreç içinde mi gelişmiştir?
Cevap 1:
Ehl-i Sünnet’in akidesinin kaynağı Kur'an'dır, Sünnet’tir ve Ashabın ve onlara tabi olanların bu yöndeki tefsirleridir. Lâkin Kur'an ve Sünnet’in pratiğe dökülmesi, bu cemaati hasıl edecek, cemaati var edecek, cemaati ayakta tutacak onu sürdürecek, Resul-i Ekrem'in etrafında oluşan o cemaati her çağda yaşatacak, her çağda önder kılacak o pratikler süreçseldir. Her devirde bununla ilgili bazı tedbirler gelişmiştir. Bu tedbirlerin kaynağı Kur'an’dır ve Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in, Ashabın uygulamalarıdır. Tabiinin ve etba-u tabiinin anlama ve uygulamalarıdır.
İlkeler sabit, yaşadıklarımız değişkendir. Mühim olan o yaşadıklarımızla sabiteler arasında ilişkiyi kurmaktır. Sabiteler özden gelir ki öz, kimliğimizi oluşturur. Ehl-i Sünnet vel Cemaat’in kimliği Kur'an ve Sünnet’le oluşmuştur; İslam'ın kendisidir. Kimliğimiz oradan gelir, bizi bu sabite yaşatır. Onunla var oluruz. Farklarımızsa berekettir. Şimdi biz bu farkları nasıl yöneteceğiz? Bu bereketi nasıl sağlayacağız? Zira siz kimliğinize daha sıkıca bağlandığınızda benden daha sıkı bağlanan yok, benim gibi sıkı bağlanmayan da bizden değildir, dediğinizde marjinalleşmeye başlıyorsunuz. Uçlaşma başlıyor, uçlar çatışmaya başlıyor ve cemaat dağılıyor. İşin özü şudur: Hem kimliğini sağlam tutuyorsun, hem de cemaati dağıtmıyor, o cemaati kolluyorsun. İşte bu süreç içerisinde biz nasıl davranacağız? O büyüklüğü nasıl göstereceğiz?
Ehl-i Sünnet’in ana akım olduğu onun muhaliflerinin isimlerinden de anlaşılıyor. Misal Şia taraf, taraftar; Harici dışarı çıkan, Mutezile, ayrılan demektir. Uzaklaşan, ayrılan, taraf olan… O hâlde merkez kim? Merkez Ehl-i Sünnet’tir. O ana çatıdır. Ehl-i Sünnet ayrılanı tekfir etmez. İlkesel olarak davranışlarının küfre götürücü olduğunu söyleyebilir lâkin kendisini Müslüman gören şahsa ‘Sen kafirsin, sana kafir muamelesi yapacağım; mürtedsin sana mürtet muamelesi yapacağım.’ demez. Dolayısıyla yüzyıllar boyu Ehl-i Sünnet, Kâbe-i Muazzama’yı, Medine-i Münevvere'yi, Kudüs-ü Şerifi, yani üç mukaddes mescidi elinde bulundurmuş, lâkin Ehl-i Bida’nın buralara girmesini engellememiş, bunları buralardan alıkoymamış, kapıları onlara açık tutmuştur. Onların davranışlarını küfür görmekle beraber onları kafirler listesine yazmamıştır. Fakat onlardan biri veya bir topluluk haddi aşıp bütün Müslümanlara yön vermeye çalıştığında ya da avamı kandırıp Müslümanlara imam olma hevesine kapıldığında, ya da Müslümanların arasına fitne koyup onları böldüğünde, nihayetinde dış istilaya vs. yol açmaya başladığında, Ehl-i Sünnet ona müdahale etmiştir. Böyle kuşatıcı ve geniş bir yaklaşımı var Ehl-i Sünnet’in. Uyur gibidir ama uyumaz. Gözetir ve krizi, tehdidi hissettiği an harekete geçer. Eğer zamanında harekete geçemezse işte o zaman felaketi yaşamaya başlıyoruz.
Soru:
İngiliz aklının Ehl-i Sünnet’in siyasi iktidarına darbe vurduğunu biliyoruz. Sizce Ehl-i Sünnet toparlanma sürecine girdi mi?
Cevap:
Ehl-i Sünnet, Batı’nın yükselişinin kendisi için krize dönüştüğünü en geç 19. yüzyılda hissetti ve toparlanma sürecine girdi. Burada Halid-i Bağdadi'nin, yani Şeyh Halid-i Zülcenaheyn’in çok özel bir yeri var. Şah Veliyullah Dehlevi'nin aynı şekilde… Onlara dayanan Ehl-i Sünnet uyanışı, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında saptırılmaya çalışılmış; bazı reformist tipler bu uyanışın önderleri gibi gösterilmiştir. Ben çalışırken en çok dikkatimi çeken noktalardan biri buydu.
Hareketin özü Şah Veliyullah Dehlevi’den geliyor. Hindistan'da malum önce Hint Hindu Hindistan’ına yönelik bir istila oluyor, sonra bu istila İslam topraklarına doğru genişliyor ve ona karşı uyanış başlıyor. Şah Veliyullah Dehlevi de burada bir fikriyat, bir düşünce geliştiriyor. Şeyh Halid ondan alıp Osmanlı yurduna bunu yayıyor ve belli bir noktaya da geliyor. Ama 19. yüzyılın sonuna geldiğimizde bazı reformist tipler, Mason Localarında yetişmiş reformist tipler, ortaya çıkıp diyorlar ki aslında bu uyanış hareketinin önderleri biziz, şöyle şöyle yaparsak şu noktalara varırız, deyip bizi bir süre oyalıyorlar. Sonra biz kendimizi büyük ölçüde bunlardan kurtarıyoruz, epey yol alıyoruz, ya iktidar oluyoruz ya da iktidar adayı haline geliyoruz. İslam aleminin pek çok noktasında, hep söylerim, İslami yapılar bütün zorlamalara rağmen belki anayasaların değiştirilmesi boyutunda değil ama insan unsuru olarak ya iktidar oluyorlar ya iktidar ortağı veya ana muhalefet noktasına çıkıyorlar.
İşte tam bu noktada bir tür aklın yitirilmesi diyebileceğimiz, daha önce bahsettiğim ayrılıkçı/uç hareketleri öne sürüyorlar. Bu çok yeni bir süreç değil. İleride anlatacağız: Ehl-i Sünnet fetih yapmış, o fetihte Haricisi, Şii’si bulunmamıştır. Bunlar cihada gitmez, bu yapılar içeriye dönüktür. Tüccarlarımız, sufileri alimleri yanlarında götürüp bir ülkeyi Müslümanlaştırırlar. Malezya böyledir, Kafkasya böyledir, Afrika böyledir ve büyük Türk Müslümanlaşması büyük ölçüde böyledir; tüccarlar sufiler ve alimlerin iş birliğiyle gerçekleşmiştir. Siz orayı Müslümanlaştırıyorsunuz, arkanızdan Haricisi gidip sizin bu İslam’ınız tam bir İslam değildir ve tekfire başlıyor. Sizin bu emirleriniz, size bu İslam'ı anlatan Şeyhler aslında ehl-i bidattır. Sizin bu yaptığınız bidattır, şu yaptığınız yanlıştır, yarınız fasıksınız, yarınız münafıksınız, diğer yarınız kafirsiniz deyip onları bölüp düşman karşısında zayıflatıyor.
Şiî de oraya gidip aslında Ehl-i Beyt imamları sizin gibi değildi deyip orada Şiiliği yaymaya başlıyor. Endülüs’te ve pek çok yerde biz bu hikâyeyi yaşadık. Ehl-i Sünnet fethedip içeriye çekerek Müslümanlaştırırken onlar, dışarı itip istilanın kapısını açtılar.
Sizler, gençler olarak tebliğ çalışması yaparken birkaç genci dindarlaştırırken de aynı serüveni yaşıyorsunuz. Çok büyük bir mücadeleyle birkaç tane gencin dindarlaşmasına vesile oluyorsunuz, ana çatı içinde yerini alsın diye gayret gösteriyorsunuz. O yörede ne yaygınsa, bizim zamanımızda Marksizm yaygındı ve ‘Sev genç’ dediğimiz yani arzularına tabi olan gençlik söz konusuydu. Marksizmden alıyorsunuz, bir düzene giriyor hayatı, cemaatle namazlarını kılmaya başlıyor ve bir süre sonra biri eline bir kitap veriyor. Aslında kitap Ashaptan, Hz. Ebu Zer-i Gıfari’den bahsediyor ama onun üzerinden bir Ashab düşmanlığı zihinlere yerleştirilmeye başlanıyor. Hakiki olan budur, şurada şöyle yanlışlar yapılmıştır, diyor. Başka biri de gelip diyor ki aslında bu toplumun çoğu haşa, kafirdir. Onların bu faaliyetleriyle siz daha önce İslam, medeniyet, din, İslam karşıtları, istilalar şöyle pratikleştireyim ‘Kahrolsun Amerika’ falan derken zihinler bulanıp küçük meselelerle uğraşmaya başlıyor. Şu türbenin, şu mezar taşının yeri nedir, diye sizi uğraştırırken gençlik elden gidiyor. Şimdi İngiliz aklı dediğiniz akıl tamı tamına budur. İngiliz aklı böyle işliyor.
20. yüzyılda Arap İslam aleminde bizi etkileyecek şekilde İhvan-ı Müslimin, Doğu İslam aleminde Cemaat-i İslami, Endonezya, Malezya'da farklı farklı İslam cemaatleri gelişti. Türkiye'de Zahid Kotku Hazretleri, Risale-i Nur hareketi gelişti. Öte yandan Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek gibi, Allah cümlesine rahmet eylesin, aydınların öncülük ettiği yapılar gelişti. Aynı şekilde Irak'ta, Suriye'de, Yemen'de ve birçok yerde hareketler oluştu. Ardından İngiliz aklı bizi teferruata boğan düşünceleri aramızda yaymaya başladı. Seher vaktimiz seher vakti midir, grup vaktimiz yani iftar vaktimiz doğru mudur gibi zihni bulandıracak gündemler oluşturuldu. Çocukluğumda her zaman her nasılsa Malatya'da ayın bir gün önce görüldüğüne dair bir şayia yayılırdı, tüm Türkiye’ye oruca başlayın veya orucunuzu bozun, denir. Siz toplumdan farklı bir günde oruca başlardınız ve toplumdan farklı bir günde bayram yapardınız. Farkında değildiniz sözde bir teferruata tabi olurdunuz, en sahih olana tabi olurdunuz ama cemaatten kopardınız. Marjinalleştirme çabasıyla ana bütünden koparma onların millete topluma hitap etme kabiliyetlerini köreltmeye dönük çok hesaplı çalışmalardı bunlar. Efendim cuma namazı kılınır mı kılınmaz mı, kılınma şartları nedir? Bunu dile getirenlerin çoğu çok samimiydi. Hoca bazında, talebe bazında. Ama bu yayınların arka planları çok farklıydı.
Evet biz İhya olup yol alıyoruz fakat buna karşı da bir mücadele gelişiyor. Biz krizi aşabiliriz. Yeter ki yanlış kılavuzların peşinden gitmeyelim. Eğer birileri tekfire yatkınsa, eğer birileri toplumun büyük çoğunluğunu ötekileştirirse, öte yandan içeride sürekli ihtilafları besliyorsa o kardeşimiz, bakın kardeşimiz diyorum, bir yanlış çizgiye doğru gitmiştir. Ben Ehl-i Sünnet’im, deyip teferruatlar üzerinden bir Ehl-i Sünnet oluşturmaya çalışıyor ise de yaptığı Ehl-i Sünnet’in tatbikatına, uygulamalarına uygun değildir. Bizim burada havas olarak ilkeleri bilmemiz, ehli bid’ati tanımamız çok kıymetli ama mücadeleyi onlarla yapmamız, durmadan onlarla cedelleşmek, derdimizin hep onlar etrafında dolaşması Ehl-i Sünnet’in tatbikatına aykırıdır. Dolayısıyla ben bu kardeşlerin Ehl-i Sünnet olup olmadığını söylemeyeceğim o benim söyleyeceğim bir nokta olamaz olmamalı da. Ama bunların bu tür vaazları, nasihatleri, duruşları Ehl-i Sünnet’in bilinen duruşuna aykırıdır. Mümkün olduğu kadar az gündem etmek ve batılı çok reklam etmek yerine hakkı vurgulamak gerekir. Şunu biliyoruz ki batılı bilmek de önemli ki İmam Gazali Batiniye üzerine eser yazmıştır. O tehdidi hissettiğinde onunla mücadele etmiştir.
Biz burada Ehl-i Sünnet’in tarihi rolü diye bir ders işliyoruz, bu ayrı bir husus, bunu bir vird haline getirip durmadan bu mevzuyu konuşmak ve durmadan dairenin dışındaki yapılarla uğraşmak ve onları sürekli toplumun gündemine getirip reklam etmek doğru değildir. Bir tehdit ile o tehdidin cürmü kadar, maslahat kadar uğraşmak lazım. Dolayısıyla görmezlikten gelmemek ama merkeze de yerleştirmemek gerekiyor. Böyle bir itidal yolu, böyle bir denge yolu… Bunu yönetmek de şüphesiz ki size, sizin iradenize kalıyor. Ama şahsi değil, ortak akla ihtiyaç var. Bu ortak akla uymaya ihtiyaç var. Bizden öncekiler nasıl davranmışlarsa öyle davranmaya ihtiyacımız var.
BİR CEVAP YAZ