Çağa Seslenen Yazılar 2
Muhterem Okuyucu,
Çağı anlamak ve çağa hitap edebilmek, mühim bir sorunumuzdur.
20. yüzyılın İttihad-ı İslam önderleri, bu soruna kısmi bir çözüm getirdiler. Ancak nihayetinde onlar da çağlarının Müslümanıydılar. Aradan geçen zamanla birlikte bizim sabitlerimize sıkıca yapışarak günümüzü yenilememiz gerekiyor.
Henüz o sorunu tam çözdüğümüz söylenemez. Gerek gazete gerek dergi yazılarımda bu sorunu aşmaya yönelik denemeler kaleme aldım.
Bu yazılar her ne kadar farklı zamanlarda yazılmakla birlikte onların birbirine tamamlamasına dikkat edilmiştir. Ancak kimi zaman imla farkı da oluşmuştur. Şimdilik o yazımları tekleştirme imkânı bulamadım. Ne var ki bunlar, içeriği etkilemeyen hususlardır.
Yazıların sizin için faydalı olacağını umuyor. Onları hem Word hem pdf olarak sizinle paylaşıyorum. Pdf için lütfen tıklayınız: http://abdulkadirturan.com/tema/blog/uploads/reklamlar/CaYa_Seslenen_YazYlar_3.pdf
Duanızı almak ümidiyle…
Dr. Abdulkadir Turan/İstanbul, Mart 2020
Çağa Seslenen Yazılar 2
Dr. Abdulkadir Turan
İstanbul 2020
İçindekiler
2. Zevkperizme Karşı Zikre Sarılmak. 10
5. Sıla-ı Rahim ile Modernizme Karşı Kıyam.. 27
6. Yeryüzünde Halife Olmak. 32
7. Gaybe İman Olmadan Zulüm Bitmez. 36
8. Hicaz’a hürmeti muhafaza etmek. 41
9. Müslümanca Tatil ya da Müslüman ve Tatil!. 47
10. İçimizdeki Düşman (Ya da Nefsimiz). 52
11. Allah’a Kullukta Emekli Olmak Yoktur. 59
13. Zekat Dengeli Bir Toplum İnşa Eder. 71
14. Akrabalık ve Komşuluğun İhyası 76
17. Modern Çağda “İhlâs Problemi”. 94
19. Bir Yahudi Teşviki Olarak Gıybet 108
Önsöz
Çağa anlamak ve çağa hitap edebilmek, mühim bir sorunumuzdur.
20. yüzyılın İttihad-ı İslam önderleri, bu sorunu kısmi bir çözüm getirdiler. Ancak nihayetinde onlar da çağlarının Müslümanıydılar. Aradan geçen zamanla birlikte bizim sabitlerimize sıkıca yapışarak günümüzü yenilememiz gerekiyor.
Henüz o sorunu tam çözdüğümüz söylenemez. Gerek gazete gerek dergi yazılarımda bu sorunu aşmaya yönelik denemeler kaleme aldım.
Bu yazılar her ne kadar farklı zamanlarda yazılmakla birlikte onların birbirine tamamlamasına dikkat edilmiştir. Ancak aralarında özellikle kimi yazımlarda bir farklılık oluştu. Ne yazık ki şimdilik o yazımları tekleştirme imkânı bulamadım. Ne var ki bunlar, içeriği etkileyen hususlardır.
Yazıların sizin için faydalı olacağını umuyor. Onları hem Word hem pdf olarak sizinle paylaşıyorum.
Duanıza almak ümidiyle…
Dr. Abdulkadir Turan/İstanbul, Mart 2020
1. Mü’min Ümidini Yitirmez
Hz. Yusuf aleyhisselam, bizzat kardeşleri tarafından kuyuya atıldı. Kuyuya atılmak, sıradan bir öldürülmeden beterdir. Kuyuya atılmak, aynı zamanda umutsuzluk içinde ölüme terk etmeyi simgeler.
Sonra Yusuf aleyhisselam, yabancılar tarafından çıkarılıp Allah’ın Peygamberinin evladı iken köle olarak satıldı, saraya hizmetkâr yapıldı.
Yusuf aleyhisselam, kuyuda eziyetle imtihan oldu; sarayda zevk ve sefa ile… Haramla zevklenmeyi reddedince zindana atıldı.
Eziyet çekenler bilirler: Önce eziyet çekip sonra rahatlığa kavuşana eziyetin tekrarı, kat kat daha eziyet verici gelir, insanı daha çok karamsarlaştırır, umutsuzlaştırır. Üstelik Yusuf aleyhisselam, zindanda unutulur. Ama o Rabbinden umut kesmez. Nihayet zindandan çıkarılır ve Mısır’a vezir olur.
Kuyuya atılmak… Hem de kardeşleri tarafından… Kuyudan sonra saraya çıkmak… Sarayda iftiraya uğrayıp zindana düşmek… Buna rağmen umutsuzluk ve karamsarlığa düşmemek… Bu nasıl bir hâl, cevabı Hz. Yakub aleyhissellam’dadır.
Hz. Yakub, aradan geçen onca zamana rağmen umudunu kesmemiş; “Ey Oğullarım! Gidin, Yusuf’u ve kardeşini arayın. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf 87)
Allah’ın peygamberinin ifadesi açık: Ancak kâfirler Allah’ın rahmetinden umut keser…
Yusuf aleyhisselam, karamsarlığa kapılıp Rabbinin rahmetinden umut kesseydi, zindanda kendini parçalaması gerekirdi.
Yakub aleyhissellam, karamsarlığa kapılıp Allah’ın rahmetinden umut kesseydi, Yusuf’u ve kardeşini aramaktan vazgeçerdi. O, “Ben gam ve kederimi sadece Allah’a arz ediyorum ve ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından (vahiy ile) biliyorum, dedi.” (Yusuf 86) İmanla Allah’tan umut kesmenin yan yana gelmeyeceğini bildi ve bildirdi. “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf 87) diye tavsiye etti.
Bu ibretli kıssadan Hz. Muhammed Mustafa salallahü aleyhi vesellem ve ashabının Allah cümlesinden razı olsun, yaşadıklarına geçelim:
Onlar, kendi kavimleri tarafından reddedildiler, hakarete uğradılar, dışlandılar. Ashab, Kureyş mensupları olarak Arap’ın eşrafından iken, Siyahî Hıristiyanların ülkesi Habeşistan’a sığınmaya muhtaç duruma düştü. Onların bu hâlinin izahı o gün açısından o kadar zor ve karamsarlığa sürükleyici ki kelimeler izaha kifayetsiz kalır. Sonra Yesrib’e sığındılar. Ama kardeşleri, amcaları, amca çocukları, dayıları, dayı çocukları ve sair akrabaları oraya kadar gelip hatta Yahudilerle dahi işbirliği yaparak onlarla savaştılar. Yine de karamsarlığa düşmediler, umutsuzluğa kapılmadılar.
Müslüman, muzaffer ruhludur ve bu muzaffer ruhunu Allah’a imandan alır. “Dedi ki: “Rabbinin rahmetinden, sapıklardan (dalalette olanlardan) başka kim ümit keser?” (Hicr 56) İslam’la hidayet bulmak, bunu anlamak ve muzaffer ruhu benimsemektir.
Karamsarlık, kişilerin meselelere hep olumsuz bakmasıdır. Bu his, azmin düşmanıdır. O arttıkça azim de azalır. Azim azalınca gayret son bulur.
İslam, karamsarlığa karşı kesin önlemler almıştır: İslam’da üç günü aşan yas yasaklanmıştır. Ölüler üzerine ağıt yakma geleneği de Müslümanlar arasında başka toplumlar üzerinde yayılmıştır.
İslam karamsarlığa karşı başarıyı, zaferi öne çıkarır; kişileri başarılar üzerinden teşvik eder. Başarısızlıktan ancak ibret olsun diye söz eder.
İslam, kötülüğü ve kötüleri ancak iyiliğe ve iyilere duyulan ihtiyacı anlatmak için anar.
İslam’ın bu tedbiri “Biz çalışırsak başarırız” diyen bir Müslüman ruhu inşa etmiştir. Bu ruh, ne olursa olsun umudunu kaybetmemek, dolayısıyla direnişi, mücadeleyi, gazayı, cihadı daima sürdürmek üzere şekillenmiştir.
Bu muzaffer karakterli Müslüman ruhu, İslamî zaferlerin en mühim enerji kaynağıdır ve bu ruh, aynı zamanda İslam düşmanlarının baş belasıdır.
Bu ruhu ayakta tutmak, tarih boyunca Müslümanlar tarafından nasıl önemsenmişse İslam düşmanları da tarih boyunca bu ruhu öldürmek için çalışmışlardır. Umutsuzluğu Müslümanın en büyük düşmanı bilmiş ve onu besleyip büyütmek için uğraşmışlardır.
Haçlıların çocuk ve kadınları ile katıldıkları ve yüzyıllara yayılan Haçlı Seferleri… Haçlıların büyüklerinden Fransız Kralı 9. Louis Mısır’da Dimyat önlerinde iken başlayan Moğol katliamları… Müslümanların acısına duyarsız kalan Müslümanlar… İhanet edenler… Kardeşlerini kuyuya atanlar… Kardeşleri tarafından kuyuya atılınca köle pazarlarında satılan Müslümanlar…
Ve buna rağmen sönmeyen Müslüman umudu… Düşmanın saldırganlığına, kardeşinin duyarsızlık ve hatta ihanetine rağmen şevkini kaybetmeden savaşmaya, mücadeleye devam eden Müslüman…
Bu umut sönüp o şevk kırılsaydı Müslümanlar, Batı’dan ve Doğu’dan aynı anda gelen bu vahşet seli karşısında yenilir; İslam alemi yerle yeksân olurdu…
MODERN KÜFRÜN MÜSLÜMANLARI UMUTSUZLAŞTIRMA PLANLARI
Modern küfür; kadim küfrün bütün tecrübelerini akademilerinde araştırmış, derin mahzenlerinde tahlil etmiş, varılan sonuçları kabinelerinde siyasete dönüştürmüş zorlu bir düşmandır.
Bu düşman, bütün musibetlere rağmen Müslümanları ayakta tutan nedir, sorusuna cevap aradı, bulduğu cevap doğrultusunda Müslümanların umudunu kırmayı İslam aleyhindeki hedefine varmanın yolu olarak gördü.
Modern küfür, önce İslam’ın kendisi üzerinden İslam alemini vurmaya çalıştı. 19. Yüzyılda liberal düşüncenin düşünürü Max Weber, Müslümanların İslam’ın özünden dolayı geri kaldıklarını, Müslümanların dolayısıyla Müslüman kaldıkları sürece hep geri kalacaklarını öne sürdü.
Weber, bu düşüncesiyle hem Batı’ya umut veriyordu hem Müslümanları korkunç bir umutsuzluğa sürüklüyordu. O, bu umutsuzluk üzerinden onları İslam’dan koparmayı, dolayısıyla Batı’nın kölesi yapmayı umuyordu.
Ama onun bu düşüncesi ne Batı’da ne de bizzat ateistleşen Müslümanlar arasında kabul gördü. Küfrün dış ve iç temsilcileri hep birlikte, İslam geri bıraktıran bir din değildir, böyle bir iddia inandırıcı olmaz dediler. Weber’in bu görüşünün kabul görmeyeceğini/Batı planları açısından işlevsel olmayacağını söylediler.
Batı, Weber’le ilgili bu itirazlar karşısında yeni bir arayışa yöneldi.
“And olsun ki, Allah’ın Resûlü’nde sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb 21)
İslam, insanı iyi insanları örnek göstererek iyiliğe teşvik eder. Müslüman, ilahi emri, o emri yerine getiren örnek insanlar üzerinde görerek öğrenir ve o emre uyar.
Batı, İslam karşıtı arayışında İslam’ın bu insan yetiştirme tarzından İslam aleyhinde yararlanma umudu buldu. Bilittifak, İslam’ın Müslümanlar üzerinden vurulması kararına vardı. Buna göre, İslam doğrudan hedef alınmayacak, onun yerine İslam dünyasının bir daha ıslah olmayacağına dair umutsuzluk yayılarak Batı’nın İslam dünyasına hükmetmesi sağlanacaktı.
Batı, doğrudan Resulullah salallahü aleyhivesellem’e hücum edemezdi. Zira Weber gibi Protestanların İslam’ı İslam’ın kendisi üzerinden vurma yöntemi işlemez görünüyordu. Buna karşı, bizzat Ashabdan başlanıp günümüze kadar bütün örnek Müslümanlar karartılacak ve bunun üzerinden Müslüman genç içi karartılıp umutsuzluk kuyusuna atılacaktı.
Bu yeni plan doğrultusunda Şura-yı Ümmet, İçtihad gibi bize sıcak gelen adlarla çıkan dergiler, art arda Müslümanların acılarından söz ettiler. Oysa her iki dergi de dinsizler tarafından çıkarılıyordu. Onlar, Müslümanların yaralarını, bu yaraların bir daha kabuk bağlamayacağını, bu yaraların nihayetinde sahibini öldüreceğini anlatmak için işliyorlardı.
Bu öylesine planlı idi ki onunla karşılaştığında “Dedi ki: “Rabbinin rahmetinden, sapıklardan (dalalette olanlardan) başka kim ümit keser?” (Hicr 56) ayetini hatırlamayan herkes, “İslam güzel dindir, Hz. Muhammed Mustafa salallahü aleyhivesellem büyük liderdir. Ama Müslümanlarda iş yok, onlarla yola çıkan asla başarılı olmaz” düşüncesine kapıldı.
yüzyılın başına geldiğimizde bu düşünce “okumuş” İslam gençliği bir yana, bir kısım alimimize bile hükmetmeye, onların tutumlarını belirlemeye başladı.
Mehmet Akif Ersoy;
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak
Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle
…
Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
…
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,
Nevmid olarak rahmet-i mev’ûd-u Hudâ’dan,
…
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var
Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur! ‘ deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma
dizelerini böyle bir ortamda söyledi.
Buna rağmen, İslam dünyasının başına Batı çavuşu seküler liderler bela edildiğinde halk “İslam hak, Kur’an hak, Hz. Muhammed bilaşüphe Peygamber’dir; lakin Müslümanlarda iş yok” diye mazeret bularak o çavuşları destekledi.
Müslümanlar, adeta elli yıl bu umutsuzluğa karşı koymak için uğraştılar. Sonuçta onu yendiler. Ama 1990’lı yıllardan bu yana yeniden Müslümanların umutlarını yine Müslümanlar üzerinden kırmaya yönelik bir dalga ile karşı karşıyayız.
Bu planın sahipleri, dünya Müslümanlarının mevcut durumunu sürekli gah ateizm yayılıyor gah şu veya bu Müslüman, ABD ile işbirliği yapıyor diye haber yapıyorlar. Onların gayesi aramızda Allah’la bağını koruyan tek bir insanın kalmadığı hissini vermek; sıradan Müslümana dinini terk etmesi ve küfre bağlanması için mazeret oluşturmaktır.
Dolayısıyla Müslümanlar arasında ümitsizlik yayan, Müslümanların şevkini kıran, bizzat İslam bu planı geliştiren İslam düşmanlarına çalışmış sayılır. Yaptıkları İslam düşmanlarının hanesine geçer.
Bugün geldiğimiz nokta, mühim bir noktadır:
Müslüman ya Resulullah ve Onun pâk Ashabını örnek alarak şuurla hareket edip umuda sarılacak, Müslüman olma şevkini sonuna kadar hissedecek ve hissettirecek ya da küfrün umutsuzluk dalgasına kapılıp heba olacaktır. Yol mu?
Bırakın mâtemi yâhu! Bırakın feryâdı;
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Göz yaşından ne çıkarmış? Neye ter dökmediniz?
Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azmediniz!
Mehmet Akif Ersoy
2. Zevkperizme Karşı Zikre Sarılmak
İnsanın dış düşmanlarının yanında bir iç düşmanı var ki o düşmana “nefis” denir.
Nefis, insanın inandığı sınırları aşmasına yol açacak kadar hırslanmasının, arzularının aklına galebe çalmasının, arzularını zararına olduğunu bildiği hâlde durduramamasının sebebidir veya o yöndeki hâlinin timsalidir.
İnsanın beşer (hayvansal) yanından gelen nefis, onu yücelten nuru (doğru akıl ve izanı) izale ederek onu bazı beşeri (hayvansal) hâllere sürükleyebiliyor.
İnsan, gücünü arzudan (aşırı i isteklenme hâlinden) alan nefis karşısında zorlanır. Zira nefsin şanı, zevkine uyanı bulup da engelle karşılaşmadığında helal haram farkı gözetmeksizin arzu etmesi ve insanı o arzu ile yönlendirmesidir. Bulmadığında ise insanın bütün vazifelerini yapmasını engelleyecek kadar onu arayışa sevk etmesidir. Ki her iki hâl de hayvansaldır, bazı hayvanlarda görülen durumlardır.
Bu hayvansal hâl, herhangi bir kışkırtıcı olmadan da işler ama kışkırtıcı söz konusu olduğunda onu zapt etmek, bazı maddi ve manevi tedbirler gerektirir.
Kaynağı ilahi olan ve gayesi kulları kullara kul olmaktan kurtarmak olan din, insanı maneviyata yöneltir; onun maddi (beşeri/hayvansal) yönünü kontrol altına alır; insanî (manevi ve aklî) yönünü güçlendirir. Din, nefsi kontrol altında tutacak maddi ve manevi önlemler geliştirir, insanı nefsine karşı güçlendirir.
Kaynağını kulları kendilerine kul etmek isteyen kullardan (tağut ve onların yardımcılarından) alan beşeri nizamlar ise insanın yüceliğini, ona bahşedilmiş nuru yok etmek için dikkatini beşeri (hayvansal) yanına yöneltir. Onu ısrarla manadan maddeye indirmek, dolayısıyla onun kullara kul olma yanını reddeden faziletini imha etmek için onu beşeri (hayvansal) yanlarına sürükler.
İlahi bir nizam olmakla din, her tür çıkarın üzerindedir. İnsanın arzularındaki aşırılığı sorun olarak görür ve o sorunu insan aleyhindeki hiçbir çıkarı gözetmeksizin gidermenin yolunu gösterir.
Kendilerini insanların ilahı konumuna çıkarmak isteyen tağutların ve onların danışmanlarının üretimi olan ideolojiler ise insanın arzularını ondan çıkar elde etmek ve nihayetinde o yolda onu kullaştırmak için imkân bilir.
Din, her tür israfı, gereksiz harcamayı, ölçüleri aşmayı yasaklar. İdeolojiler ise kendilerine sermaye kazandıracak ve nihayetinde insanı maddi ihtiyaçlarının kulu hâline getirecek harcamaları teşvik eder. Arzu (talep), harcamayı artırır. Harcama, insanı muhtaç yapar ve muhtaçlığın dip hâli insanı maddiyat nezdinde kullaştırır. Bunun için dinin aksine ideolojiler, arzuları kışkırtır, azdırır. İnsanın arzularını ne kadar azdırabilirse onu o kadar yüceliğinden uzaklaştırıp kendisine kul yapacağını bilir, bu yolda sınır tanımaz. Örneğin, kapitalist nizamlar, insanın mal dahil bütün yanlarıyla ilgili arzularını azdırmaya çalışır. İnsanın arzuları azdıkça kapitalist kazanır ve insanı kendisine bağımlı hâle getirir. Sosyalist ise insanın malla ilgili arzularını sınırlandırma iddiasında olsa da şehevi arzularını sonuna kadar azdırarak onun insanı yüceliği açısından niteliksizleştirip özgürlük adına kendisine bağlar.
ZEVKPERİZM BİR İDEOLOJİ GİBİ TASARLANMIŞTIR
İdeolojiler, yaratıcı değildir; hayata hiçbir şeyi sıfırdan eklemiş değillerdir; insanın var olan zaafiyetlerinden yararlanırlar.
Nefis, kadimdir; insanın fıtratında vardır; ideolojiler vücut bulup insanlığın iktidarını ele geçirmeden önce de insanın nefisle sorunu vardı. Dolayısıyla insanın nefsiyle imtihanı ideolojilerin ürünü değildir. İdeolojilerin bu soruna kattığı yenilik, nefsin azdırılmasının bir programa bağlanmasıdır. Hatta Batılıların “hedonizm” dedikleri nefis azdırıcılığı, tam tercümesiyle “zevkperizm” başlı başına bir ideoloji gibi tasarlanmıştır.
Dünyaya hükmetmek isteyen güçler oturup sosyalizmi kurguladıkları gibi çağdaş nefis azdırıcılık/zevkperizmi de bir program doğrultusunda kurgulamışlardır. Bugün o kurguyu yapanları biliyoruz, onların bunu hangi amaçla yaptığını da biliyoruz. Adını bu mübarek sayfalarda anma gereği duymadığımız o melunlar, insanın ruh halleri (psikolojisi) üzerinde sözde bir hekimlik dalı gibi çalıştılar, dıştan bir bakışla insanın çözülmemiş sorunlarını çözmek için uğraştılar; hakikatte insanın maddi yönüne yönelen ideolojilere azmış arzu desteği icat ettiler. Onlar, insanı bireysel olarak tedavi eder görünürken gerçekte insan soyunun tümünü hasta edecek üretimler yaptılar. Zevkperizm, beşeri ideolojilerin imha etme ve itaat altına alma gücünü artırsın, insanı Allah’a kulluktan daha çok uzaklaştırıp kullara kul olmaya daha çok yaklaştırsın diye onlar tarafından görünmez bir silah olarak üretildi.
İnsanın nefsini azdırmak… İsteklerini ona düşman kılmak… Zevk peşinde koştururken esir alıp köleleştirmek… Bunu yapandan daha zalim, daha aşağılık ama bir o kadar da sinsi kim olabilir?
İnsanlık İdeolojilerden Kurtulurken Zevkperizme Kapıldı
İnsanlık, sosyalizm gibi ideolojileri yenerken beşeri ideolojiler çağının sona erdiğini, onlardan pişman ayrılan insanların Rablerine döneceğini zannetti. Zalimce, aşağılıkça ve sinsice hazırlanmış zevkperizm yedek tuzağını hiç düşünmedi. Oysa sosyalizm gibi ideolojilere kapılanlar, aynı zamanda zevkperizme esir olmuşlar hatta zevkperizm üzerinden o ideolojilere geçiş yapmışlardı. Onlar, sosyalizm gibi ideolojileri terk edince zevkperizmle baş başa kaldılar. Bunun için dün sosyalist diye bildiklerimiz ve diğer ideoloji sahipleri bir anda karşımızda zevkperest olarak göründüler. Dün, ideolojik yanları onların zevkperizmini örtüyordu. Bugün o ideolojik yandan soyutlandıklarında geriye sadece zevkperestlikleri kaldı.
Üstelik onlar, sadece zevkperestlikle kalmadılar, ellerinde bir şey kalmayınca zevkperizmin boş bir yayıcısı oldular hatta zevkperizmin ticaretini yapmaya başladılar.
Bunun için ideolojiler sonrasında zevkperizm, çağın yaygın hevası/akımı hâline geldi. Bunun için inancımız, akidemiz ve fikirlerimizle kapıdan kovduğumuz ideolojilerin yerinde bir anda zevkperizmi bulduk.
İdeolojilerin bir görünürlüğü vardı, aklı bozma gibi bilinen bir hâli vardı. Onlardan farklı olarak zevkperizmi hem sinsiliğinden geç fark ettik hem onun karşısında bir anda ne yapacağımızı bilemez olduk.
Zira Müslümanlar olarak yıllar yılı bütün yatırımlarımızı fikre yapmıştık; zevkperizm de bir fikir olmayınca ona karşı kendimizi bu zehirli silaha karşı aniden donanımsız bulduk.
Ne yapılmalı?
İslam hiçbir konuyu çözümsüz bırakmamıştır. Şöyle bir şaşkınlığımızı atıp da dertlere karşı deva müktesebatımıza baktığımızda elimizde devasa bir zevkperizm karşıtı ilaçlar olduğunu görüyoruz.
Zevkperizm, nefis ile alakalıdır ve nefis terbiyesi için hazır duran devasa bir hazinemiz vardır.
Sorunları çözüm yöntemimiz gayet nettir: İlim, irade ve kudret. Önce, zevkperizm hakkında bilgilenmeye ihtiyacımız vardır. Çağımızdaki zevkperizm dalgasının tabii bir dalga olmadığını, insanın zaman zaman farklı sebeplerle kapıldığı bir hevadan farklı olduğunu bilmek ve bildirmek (tebliğe etmek) gerekir.
Ardından zevkperizme karşı mücadeleye niyetlenmek gerekir ki niyet iradenin başlangıcıdır. Niyet etmek, hem kast etmektir, hem planlamaktır ve dolayısıyla zaferin sağlam tohumunu atmaktır.
İrade etmek, aynı zamanda amel etmektir. Sözle yetinmeyip iş görmektir.
Kudret ise bir yanıyla irademizden kaynaklanan azimdir; diğer yanıyla imkânlardır. Bizde azim olunca ilim, bize imkânlarımızın çok olduğunu gösterecektir.
Ama nihayetinde zevkperizm, fikri bir hâl değil, ameli bir hâldir, ona karşı amelle donanan mutlaka muzaffer olacaktır.
İdeolojilerin güçlü yanı örgütlenmeydi, zevkperizm ise gücünü fertleri bireyselleşmekten, topluluklardan uzaklaşmalarından ve uzaklaştırılmalarından alır. Ona karşı amel ederken güçlenmenin yolu, bireysellikten uzaklaşmaktır. Bir topluluğa dahil olup topluluk zırhıyla zırlanmak, ardından amellere sıkıca sarılmaktır.
Bu, zorlu bir mücadeledir.“Mücâhid, yüce Allâh’a itaat yolunda nefsinin isteklerine karşı mücadele eden kimsedir.” (Ahmed bin Hanbel, VI, 22) Bu zorlu mücadele ancak topluluk desteği alınarak yapılabilir.
Öte yandan zevkperizmin esası gaflettir. Zevkperizm, kişilerin çağın karmaşası karşısında boşluğa düşmelerinden yararlanarak onları avlar, etkisine alır, hiçleştirir. Başka bir ifadeyle kişiler bunalımlarından kurtulmak için zevkperizme yönelirler. Zihinlerindeki sorular, karşılık bulmadığında, çağın zorlukları onları sıkıştırıp ruhlarını daralttığında insanlar zevkperizme av olmaya müsait hâle gelirler.
Gaflet ve anlamsızlık bunalımına karşı en büyük ilaç ise kişinin Rabbini hatırlaması, onunla bağını ihya etmesidir. Kişinin Rabbini hatırlaması ise zikirdir.
Zikrin başı, farz amellerdir. Ancak farz amellerimizdeki noksanlarımız ve karşı dalganın büyüklüğü, bizi sünnet olan amellere muhtaç kılar. Farzların ardından sünnet amellere sıkıca sarılmak gerekir.
Çağın zevkperizm şiddeti karşısında bilinen sünnetlerin yanında bir de hadis-i şeriflerde tavsiye edilen ya da meşayih ve takva ehli alimlerimizin pratiklerinde görülen zikirlere ihtiyaç vardır.
Kişi, bu ameli hal içinde bulunurken bir de kendisine Rabbini hatırlatan kardeşleri ile topluluk içinde/cemaat hâlinde bulunursa Allah’ın izniyle zevkperizmden emin olur. Bu emin hâli başkalarına da lisan ile ve lisan-ı hâl ile duyurduğunda aynı zamanda mürşid olur, yol gösteren olur, çağın tağutlarına karşı tebliğ ehli bir mü’min olur.
Salt amelle donanmak, şeytan ve onun çağlara uygun hileler geliştiren dostlarına karşı kendini savunmaktır, kalelere sığınmaktır. Hep savunmada olanın daima kaybetme ihtimali vardır. Savunma ile yetinmeyip tebliğ etmek gerekir ki bu da şeytan ve dostlarına karşı hücumda olmaktır. Hücumda olan daima bir adım öndedir.
Yüce Allah buyuruyor: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.”(Ra’d, 28)
“Allah’ı çokça zikredin ki felaha eresiniz.” (Enfal, 45)
“Öyle insanlar vardır ki ne bir ticaret, ne bir alışveriş onları Allah’ı zikirden, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoyar.” (Nur, 37)
Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem,
“Sizden önde gidenlere yetişebileceğiniz, sizden sonra gelenleri geçebileceğiniz, sizin yaptığınızı yapanlar dışında herkesten üstün olacağınız bir şeyi haber vereyim mi?” diye sordu.
“Evet, söyle yâ Resûlallah!” dediler.
Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Her namazın ardından otuz üçer defa Allah’ı tesbih eder, O’na hamdeder ve tekbir getirirsiniz.” (Buharî, Müslim)
Şeyh Abdulkadir-i Geylanî Hazretleri, ne güzel buyurmuşlar:
“İnsanları irşâd etmek, lâfla değil, gönülden hâlis bir inanış ve iştiyakla gerçekleşir. Yine bütün bunlar; halvet, ibadet, zikir, riyâzat ve murâkabe ile alınacak neticelerdir. Yoksa, şekilcilikten ve gösterişten öteye geçmeyen ve ruha asla işlemeyen birtakım davranışlarla elde edilecek neticeler değildir.”
Ebû Ali Dekkâk da şöyle buyurmuşlardır: “Kim zikirden yoksun kalırsa Allah’a velayetten azledilmiş olur. Allahu Teâlâ’yı kalp ile anmak müridlerin kılıcıdır. O kılıçla; düşmanlarıyla savaşır ve onunla kendilerine kast eden belaları def ederler. Gerçekten bela kulu saptırınca, kul kalbi ile Allahu Teâlâ’ya sığınır ve Allahu Teâlâ da hoşlanmadığı her şeyi ondan uzaklaştırır.”
Mevlâna Halid-i Bağdâdî Hazretlerinin yolundan gidenler, “Kim Kur’an-ı Kerimi okuma, zikretme, naat okuma, ilahi söyleme, vaaz etme veya bir şey anlatma gibi sebeplerden bir sebebe veya davranışlardan bir davranışa dayanarak Allah’a yaklaşırsa o kişinin konuşması zikir, ders vermesi zikir, fıkhî meselelerle uğraşması zikir, nasihat etmesi zikir, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki ayetlerini, gücünü, kuvvetini, yüceliğini, azametini, düşünmesi zikir, onun kendisine emrettiği şeye boyun eğmesi, kendisine yasak kıldığı şeylerde çok hassas olması zikirdir.” demişlerdir. (Hüseyin Hilmi Dağıstanî’nin tavsiyeleri)
Ne var ki salt ilimle uğraşmak, insanı nefis belasından, zevkperizmden tek başına korumaz. Hatta kimi zaman ilimden kaynaklanan bunalım, bizatihi insanı nefsini tatmin arayışına, zevkperizme yöneltebilir.
Mevlâna Hâlid-i Bağdadî Hazretleri, büyük bir alim olduğu hâlde ilimle uğraşmakla tatmin olmamış ve zikre sarılmıştır. Ona göre en faziletli ibadet, bozuk kişilerin düşüncelerinden kurtulup sahih bir akideye sahip olarak farzları yerine getirmek, sonra ilimle birlikte hafi (sessiz, gizli) zikre devam etmektir. O, Süleymaniye şehrinde görevlendirdiği kardeşi Mahmud Sahib’e yazdığı bir mektupta “Her zaman kalbî zikir ve murakabe üzere bulun. Yürürken dahi bunları uygulamaktan geri kalma!” diye tavsiyede bulunmuştur.
Mutasavvıflar murakabeyi açıklarken ilgili ayetlere ve Hz. Peygamber’in ihsanı, “Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir” şeklinde tarif etmesine (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1-7) atıfta bulunurlar. Halidî yolda murakabenin bir yanı da kişinin kendisini aynı zamanda mürşidinin; o yolu cemaat üzerine ihya eden İmam Hasan el-Benna ve Üstad Bediüzzaman’ın yorumunda ise aynı zamanda bağlı olduğu topluluğun denetiminde görmesidir.
Zikrin etkili olmasının yolu ise zühddür. Yani lüks hayattan kaçınmaktır. İlim, şuur, zikir ve zühd buluşup kişiyi aynı zamanda kardeşleriyle buluşturduğunda, kişi bir topluluk bağı ile birlikte bulunduğunda Allah’ın izniyle zevkperizmden emin olur.
Rabbim bizi şuur, ilim, zikir, murakabe ve zühd ehli kılsın inşaallah…
3. Gençlik ve Mescid
Ebû Hüreyre radıyallahu anh`den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
“Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah Teâlâ, yedi insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır:
Adil devlet başkanı,
Rabbına kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç,
Kalbi mescidlere bağlı Müslüman,
Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan,
Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine ‘Ben Allah`tan korkarım` diye yaklaşmayan adam,
Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse,
Tenhada Allah`ı anıp gözyaşı döken kişi." (Buharî, Müslim)
Hadis-i Şerifte her yaştan Müslümanın yanında özellikle gençlere yönelik çağrılar vardır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Müslüman/gence sesleniyor:
1. Adil bir dünyanın inşası için çalış…
2. Gençliğini Allah`a kullukla geçir…
3. Mescid ehli ol…
4. Hayâlı ol…
5. Sevgin Allah için olsun
6. Allah için toplananlarla beraber ol…
7. İmkânlarını gösteriş yapmadan paylaş…
8. Katı kalpli olma…
Hadis-i Şerifte profili çizilen Müslüman/gençlik,
Aksiyoner bir gençliktir. Dünyayı kendi gidişatına bırakmaz, dünyanın peşinde koşmaz, dünyanın gidişatına müdahele eder, dünyaya adalet doğrultusunda yön verir.
Dünyadaki konumunu da hayatının gayesini de bilir… Şaşkın değildir, bulunduğu noktanın farkındadır.
Mekânı mescid merkezli değerlendirir. Mescid, secde yeridir; secde kulluk beyanının simgesidir. Mescidde herkes Allah`a kul olmakta eşittir. Mescidde sadece Allah`a kulluk vardır. “Mescitler kuşkusuz Allah`ındır. O hâlde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın.” (Cin Sûresi 18) Müslüman/ genç, kuldur ama Allah`a kuldur. Onun secdesi Allah içindir, O, sadece Allah`a kayıtsız şartsız teslim olur… Mekânına hâkim olan kendisine hakim olur. Müslüman/ gencin ana mekânı mesciddir. Müslüman/ genç, o mekâna sahip çıkar. Mekânını değiştirmek isteyenlere boyun eğmez (secde etmez). Nihai dönüşün Allah`a olduğunu bilir; zalimlerin onu mescidden alıkoymak için yaptıkları uyarı ve ettikleri tehditlerden korkmaz. “De ki: “Rabbim bana adaleti emretti. Her mescidde yüzünüzü O`na doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O`na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O`na döneceksiniz.” (Aʿraf Sûresi 29)
Hadis-i Şerifte profili çizilen Müslüman/gençlik,
Hayâlıdır, namusludur… Kendisine helal olmayan güzellik karşısında nefsine hâkimdir. İradesini nefsine köle etmez… Dinini asîl birinin dahi güzelliğine satmaz. Zorbalık ona boyun eğdirmediği gibi, onu kendisi için secde ettirmediği gibi güzellik de ona boyun eğdirmez, onu kendisi için secde ettirmez. Mekânı mescid olan, Allah`ın mescidinde Allah için buluşmayı seçen hayâ imtihanını kaybetmez.
Hadis-i Şerifte profili çizilen Müslüman/gençlik;
İyilik ehlidir, fedakârdır, elindekini paylaşır. İyilik yapan, görülsün ister, fedakâr olan duyulsun ister. O, gösterişi sevmez. Zorbalığın, kendisine haram güzelliğin şerrinden korunan nefsi övünme ve gösteriş çukuruna düşmez. Bu imtihandan da alnının akıyla çıkar.
Hadis-i Şerifte profili çizilen Müslüman/gençlik;
İradesine hâkimdir, ama katı kalpli değildir. İradesini kontrol eden cahilin, zorbanın çatık kaşlılığı, duygusuzluğu ona uğramamıştır. Dünyanın hâli üzerine tefekkür, kendi hâli üzerine tefekkür onu ağlatır. Lâkin nasıl ki mesciddeki secdesi, pasif bir eylem değil; aksiyon yüklü ise onun için hayatın her noktasında Allah`tan yana olmanın, Allah`tan yana olanlarla beraber olmanın en yoğun hâli ve o yoğun hâlin simgesi ise onun gözyaşı da hayatın bütününde kalp ehli olmasının simgesidir.
Müslüman/gençlik… Acılar üzerine odaklanmaz. Acılar üzerine odaklanmak, aksiyoner olmaya aykırıdır. Acılara odaklananlar, dünyayı değiştiremezler. Dünyayı zulümle değiştirenlerin yaptıkları karşısında ağlayarak, hep onlardan yakınıp sürekli onları eleştirerek kendilerini teselli ederler. Müslüman/genç, kendisini zulüm karşısında teselli edip direnişten alıkoyan eleştirinin aksiyon enerjisini imha eden şerrinden Allah`a sığınır. O tür bir eleştirinin kapısı açıldığında şeytana lanet okur, Allah`ı zikre yönelir.
O, Allah`ı anınca ağlar. Dostlarının ölümü gözünü yaşatır, ama ona figan ettirmez. Ölüm karşısında figan güçsüzlerin, acizlerin, çaresiz yaşlı kadınların amelidir. Müslüman/gençlik, acılar içinde kıvranmaz. O sadece Allah karşısında acizdir, O`nun için gözyaşı döker. O`nun dışında hiçbir kuvvet, Müslüman genci aciz bırakmaz; aksiyonundan alıkoymaz.
Modern çağ öncesinde, zalim veya mazlum, batıl veya hak herkesin bir ibadetgâhı vardı. İlk kez modern çağı dizayn edenler, kendi iradelerinin üstünde irade kabul etmeyerek, dolayısıyla kendilerini ilahlaştırarak ibadetgâhı hayatın mekânları arasından çıkarmaya yeltendiler. İbadetsiz, ibadetgâhsız mekânlar tasarladılar… Sarayları, parlamento binalarını, okulları, alışveriş merkezlerini, ibadetgâhsız inşa ettiler. Gençliği mescid mekânından kopardılar, seyirlik alana çektiler. Bundan sonra hayat bir oyun/bir tiyatro, gençlik o oyunun, o tiyatronun seyredeni… Onlar aksiyoner, onlar aktif… Gençlik hareketsiz, gençlik pasif… Hayret edilecek, hayran kalınacak biri olmaktan çıkmış… Hayret eder, hayran kalır durur… İradeyi katletmek tam da budur. Mescidsiz bir yaşamı dayatanlar, irade katilleridir. Müslüman/Gençlik iradesinin katilleri… Hayretle ve hayran kalarak seyre dalan bunu anlamaz… Onların “Oyun, sadece oyundur; arkası yoktur” sözünü aldananın gözleri açıkken kapalıdır, gözlerinin görüş mesafesi sınırlıdır, gözleri engellidir. Kulları görmek ve kulların izin verdikleri kadar görmek kadar sınırlanmıştır. Vakaların ardını deşmez, bilmez, anlamaz… İslam`ın tam da mücadele ettiği hâl, bu hâldir… Gözlerin ğışave hâlinde olduğu (Yasin-i Şerif 9) bu hâl… Uyanık gibi görünürken uykulu hâl, hareket halinde görünürken uyuşmuş hâl… Etkisiz bakış… Boş bakış… Aldatan bakış…
Sen ey seyre dalan… Seni durdurmak üzere üretilen seyirden vazgeç… Alnını secdeye koy… Onların ürettiği seyre son ver; sana seyrettirmek istemediklerini bulursun… Onların ufkunun önünü koydukları engelleri aş, kendine gelirsin, ğışave hâlinden çıkarsın, mukmeh (Yasin-i Şerif 8) hâlden çıkar, boynundaki uygarlık zincirlerin (Elmalılı Hamdi Yazır, Yasin-i Şerif tefsiri) çözülür, ellerin açılır, üretmeye başlarsın, üretmek bu çağa el koyanlara karşı isyandır. Üreterek o isyanda bulun, Rabbine kavuşursun… O ki seni kullara kul olman için değil, O`na kul olman için yeryüzüne gönderdi. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.” (Zâriyat Sûresi 56)
Çağın alışkanlıklarını belirlemeye kalkışanların gençlik için ürettiği mekânlar, meyhaneler ve stadyumlardı… Bugün, o somut mekânlardan sanal mekânlara, ekranlara doğru bir aktarış var ki… Bu çok daha keskin bir kula kulluğu ifade eder… İçkisiz bir sarhoşluk, mekânsız bir seyirciliktir bu… Bakar bakar, içinde dalar çıkar, tek eser sahibi olmazsın, arkanda iz bırakmazsın… Allah muhafaza kolların boynuna bağlı hâlde sürüklenir gidersin. (Yasin-i Şerif 8)
Çağın alışkanlıklarını belirlemeye kalkışan tağutlara isyanın mekânıdır mescidler… Müslüman/gençliğin mescide alışması, o tağutların çağının kapanmasıdır, onların yönlendirme kabiliyetinin sıfırlanması, onların iş gören iradesinin körelmesi, onun yerine mescide gidenin iradesinin aktifleşmesi, üretmesi, fıtratla buluşmanın saadetine ermesidir.
Mescidler, yeniden Müslüman/gençlerle dolduğunda, gençliğin mekân tarifi mescid üzerinden yapıldığında bu karanlık çağ, bu mutsuzluk çağı bitmiş olacaktır.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, mescid ehliydi; Kâbe-i Şerif putlarla dolu olduğu hâlde O Kâbe`ye giderdi, henüz Medine yolunda iken Küba Mescidi`ni inşa etti. Medine`ye varınca şehrin hayatını, kendisiyle anılan mescid Mescid-i Nebevî etrafında dizayn etti, evini onun yanı başına yaptırdı, ahirete irtihalinden sonra onun yanı başında toprağa verildi. Onun ashabı, mescidde buluşur, mescidde anlaşırdı; namazını mescidlerde kılar, mescidde tedrisatını yapardı. Onlar, uğradıkları her yere mescid inşa ederlerdi. Dünya onlarla mescidlendi. Onların yolunda yürümek mescid ehli olmaktır…
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Aʿraf Sûresi 31)
4. Konforda Çağa Uymamak
İnsanın aslî ihtiyaçlarının yanında tali ihtiyaçları da vardır. Ev, aslî ihtiyaçtır, evin mimarî güzellikte olması ise tali ihtiyaçtır; kişinin elbise sahibi olması aslî ihtiyaç, elbisesinin şık olması tali ihtiyaçtır. İnsan barınmaya ihtiyaç duyduğu gibi estetiğe, şıklığa da ihtiyaç duyar. Onun bu ihtiyacı inkâr edilemez, görmezlikten gelinemez.
Ama mü`min için asıl olan, aslî ihtiyaç söz konusu iken tali ihtiyaç peşinde olmamaktır. Olmayan bir evin estetiği ya da alınamayan bir giysinin güzelliği söz konusu olamaz elbette.
Ne var ki namazının her rekâtında kardeşleri adına Allah`a kulluk sözü veren ve O`ndan yardım dileyen mü`min, sadece kendisine odaklanamaz, aslî ihtiyacı belirlerken sadece kendi durumuna bakamaz. O, çevresindeki kardeşlerinin ve ümmetin de durumuna bakmakla mükelleftir.
Bununla birlikte kişinin kardeşlerinden ve ümmetin durumundan mükellef olması, içinde bulunulan durumla da ilgilidir. Müslümanların ümmeti alakadar eden ihtiyaçlarda kurumsal yapıları varsa mü`min, aslî ihtiyaçların karşılanmasını onlara bırakabilir; başka Müslümanların ya da ümmetin aslî ihtiyaçları var iken kendi tali ihtiyaçlarına odaklanabilir. Ama ümmet, bu tür kurumlardan mahrum ise sorumluluk fertlere düştüğünden ümmetin aslî ihtiyaçları dururken mü`min, kendi tali ihtiyaçlarına odaklanamaz.
Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem döneminde İslam`ın beytülmâlı henüz ümmetin aslî ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda değildi. Müslümanlar cihada çıkmak için at ve silah bulamıyorlardı, fakirler için yeterli fonlar da yoktu.
O dönemde Sahabe-i Kirâm radiyellahu anhüm ecmein, zengin de olsalar, aslî ihtiyaçlarını aşan harcamalarda bulunmazlar, malları biriktikçe onu tali ihtiyaçları için harcayacaklarına ümmetin ihtiyacı için harcarlardı.
Nitekim rivayetlere göre Tebük Seferi`ne hazırlık için Hz. Ebu Bekir radiyallahü anh, malının tamamı olan 40 bin dirhem altın getirmiştir. Resulullah salallahü aleyhi vesellem ona: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca o: "Onlara Allah ve Resulünü bıraktım" diye cevap vermiştir. Hz. Ömer radiyallahü anh, malının yarısını getirmiştir. Resulullah salallahü aleyhi vesellem, ona da: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca Ömer radiyallahü anh: "Evet, malımın yarısını" diye cevap vermiştir. Abdurrahman bin Avf radiyallahü anh, iki yüz evkiye altın, Asım bin Adiy yetmiş deve yükü hurma getirmiştir. Hz. Osman radiyallahü anh ise ordunun üçte birini teçhiz etmiştir. İbn-i Hişâm`ın bildirdiğine göre Osman bin Affan bu sefer için büyük bir infakta bulunmuş, öyle ki, o zamana kadar hiç kimse bu kadar infakta bulunmamıştır. Osman bin Affan, Tebük Gazvesi`nde dar durumda olan orduya bin dinar infak etmiştir. Bunun üzerine Resulullah salallahü aleyhi vesellem, mealen şöyle buyurmuştur: "Allah`ım! Osman`dan razı ol, çünkü ben ondan razıyım."
O büyük insanlar, ümmetin ihtiyaçlarını o süreçte kendi ihtiyaçları bilmişlerdir. Henüz Mekke günlerinde Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh`ın parasını Müslüman köleleri azat ederken harcaması da bu mahiyette bir tutumdur.
O günlerde ümmetin ihtiyaçları dururken o Sahabeler radiyallahü anhüm, evlerini süslemeyi, üzerlerine pahalı elbiseler almak için çarşı çarşı dolaşmayı seçselerdi durumları Allah katında öylesine yüce olur muydu acaba?
Onlardan idarecilik yapanların durumu ise farklıdır. Bu izah edilecektir. İdarecilik yapmayanlar, ümmetin beytülmali zenginleşip de yükü omuzlarından kalktığında zekâtlarını vermeye devam etmişlerdir. Ama aslî ihtiyaçlarının yanında tali ihtiyaçlarına da yönelmişlerdir. Kimse de bunun için onları kınayamaz. Onları bunun için kınamak ancak cehalettir. Aslî bir ihtiyaç söz konusu değilse mü`min, israfa kaçmadan tali ihtiyaca yönelebilir.
Kur`an-ı Kerim`de “Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz! Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A`râf Suresi 31) “Asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları ve tatları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları -birbirine benzer ve benzeşmez- yaratan O`dur. Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasat günü hakkını verin; israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” (En`am Suresi 141) ayet-i kerimelerinde ve başka ayet-i kerimelerde ifade edildiği üzere israf haramdır. Mü`min, malının kaynağının meşru olup olmadığına bakmakla mükellef olduğu gibi harcamasının israfa varıp varmadığını kontrol etmekle de mükelleftir. O, mal toplarken Allah`ın koyduğu ölçülere baktığı gibi, parayı harcar iken de Allah`ın koyduğu ölçülere bakar. İsraf, yaygın anlamıyla helalde aşırı gitmek, haddi aşmaktır ya da fayda getirmeyecek bir yere harcamada bulunmaktır. Yemeği çok yemek israf olduğu gibi, yenilmeyecek kadar yemek pişirip çöpe atmak da israftır.
Aslî ihtiyacın karşılanmasında israf yoktur. Kişi için giysi, gıda, ev, binek aslî ihtiyaçtır. İsraf tali ihtiyaçtadır. Bir eve işlevsiz mobilyalar yığmak gibi.
Evin dışı gibi içinin de güzel olmasını dilemek haktır. Ama bu hakkın kullanılması zaman ve zemine bağlıdır. Müslümanların ihtiyaçlarının ancak kişilerin yardımı ile karşılanabildiği bir ortam ile Müslümanların ihtiyaçlarının Müslümanların kurumlarından karşılandığı bir ortamda bu haktan yararlanmak farklıdır. Aynı şekilde yer de önemlidir. Müslüman, ölçüleri aşmadan bulunduğu ortama uygun olarak tali ihtiyaçlarını karşılayabilir.
Müslümanların aslî ihtiyaçları ancak kişilerin yardımı ile karşılanabilirken kişinin varlığını aşırı bir süsleme için harcaması ise sadece israf değildir, ondan da öte bir hâldir. Ya da etrafın üzerine elbise alamadığı bir ortamda kişinin en pahalı elbiseleri üzerine giymesi. Sadece israf değildir, aynı zamanda fitnedir. Ya ümmetin ihtiyaçlarının kurumsal yapılardan karşılandığı ya da herkesin üzerine güzel elbiseler giyecek kadar varlıklı olduğu zaman ve zeminlerde? Mü`min, bu tür ortamlarda dahi ölçüyü kaçıramaz. Bu tür ortamlarda varlıklı olanın, yoksul olandan bir miktar önde olması makuldür ama arada uçurumun olması kabul edilemez.
Mal mülk edinmek için çalışmamak tembelliktir. Çalışmayı emreden yüce Allah, tembelleri sevmez. Yoksul, yoklukla imtihan olur; zengin ise mal ile. Zühd, mala sahip olmak için çalışmamak değildir. Zühd, mal sahibi olanın onu konforlu, lüks bir yaşam için kullanmamasıdır. Mü`min için mal toplamaktan daha hayırlı bir hizmet söz konusu değilse mal toplamak için çalışır. Ama malı elde ettiğinde zühdü seçer, içinde bulunduğu koşulların ölçülerine uyup haddi aşmaz, israfta bulunmaz.
İdareci Müslümanlara gelince Medine günlerinde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman radiyallahü anhüm gibi idareci sahabeler varlıklı oldukları hâlde orta halli Müslümanlar gibi yaşamışlardır. Öyle ki Hz. Ömer radiyallahü anh, Emirülmü`minin iken dışarıdan gelenler onu Medine`deki sair halktan ayırt edememişlerdir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman radiyallahü anhüma da bu hâl üzere olmuşlardır. Hz. Ali radiyallahü anh ise ne zenginlik görmüş ne de israfta bulunmuştur.
İçinde bulunduğumuz dönemde konforun ya da diğer adıyla lüks yaşamın başka bir yönü de vardır. Çağ, gösteriş çağıdır. Kimi aslî ihtiyaçlar dururken dahi kişiler, medyanın yönlendirmesi ile tali ihtiyaçlara yönelebiliyor. Kişi, kalacağı bir ev edinmek yerine her gün farklı bir giysiyi üzerine almaya zorlanabiliyor.
Mü`min bu çağda, konforu, lüks yaşamı tercih etmemekle sadece israftan kaçınmış olmaz, aynı zamanda İlahi nizama aykırı inşa olmuş çağa “La” deme vazifesini de yerine getirir. Onun zühdü tercih etmesi, çağa meydan okumasıdır, çağa uyup “çağdaş” sıfatını almayı değil, İlahi nizama uygun inşa edilmemiş çağa karşı İslamî çizgisini korumasıdır.
İsrafın alelade bir hâle dönüştüğü bu çağda, konfor için başkalarına özenmemek, lüks yaşamın esaretine girmemek aynı zamanda çağa hükmeden kapitalistlere karşı onurlu bir kıyamdır.
5. Sıla-ı Rahim ile Modernizme Karşı Kıyam
Sıla-ı Rahim, en özlü ifadeyle akrabanın hak ve hukukunu gözetmek, akrabalık hakkını korumak; modern zamanda Müslümanın alamet-i farikalarındandır.
Sıla-ı Rahim, en özlü ifadeyle akrabanın hak ve hukukunu gözetmek, akrabalık hakkını korumak; modern zamanda Müslümanın alamet-i farikalarındandır.
İslam, bir mucizedir; bu mucizenin ispatlarından biri de İslam’da Sıla-i rahme verilen önemdir. Sıla-i rahme verilen önem, İslam’ın ahir zaman dini olduğunu, hükümlerinin kıyamete kadar geçerli olduğunu ortaya koyan hususlardandır. Dolayısıyla Sıla-i rahme verilen önem, Hz. Muhammed Mustafa salallahü aleyhi vesellem’in son peygamber olduğunun, peygamberliğinin kıyamete kadar devam ettiğinin delillerindendir.
Nasıl?
Zira Kur’an-ı Kerim azimüşşanın nazil olduğu, İslam’ın ortaya çıktığı günlerde sıla-i rahmin azalması, ihmal edilmesi problemi var idiyse de bu problem, toplumun esas problemlerinden değildi. Bunun ispatı,
1. Müşrik akrabalarının, Hz. Muhammed Mustafa ve sahabesine sadece akrabaları oldukları için sahip çıkmalarıdır.
2. Cahiliyyeden henüz uzaklaşmış ama İslam’ı özümsememiş kişilerin akraba hukuku konusunda hassasiyetleri hatta kimi zaman bu hassasiyetteki aşırılıklarının soruna dönüşmesidir.
İslam, o dönemde sıla-i rahim ile ilgili iki ıslahatta bulunmuştur:
1. İslam, sıla-i rahmin aşiretçilik ve ırkçılığa dönüşmesine mani olmuştur. Müşriklerin kendi aşiretinden olunca zalime sahip çıkmalarını kınamış, Müslümana da bunu yasaklamıştır. Akrabalığın toplumsal bir cepheye dönüşmesine, kişinin akrabalarının suçlarından sorumlu tutulup cezalandırılmasına ya da akrabalarından dolayı yüceltilmesine müsaade etmemiştir. Cephe, yalnız İslam cephesidir, bu cepheye dâhil olan buraya göre vaziyet almak durumundadır, akrabaları karşı cephede olduklarında onun düşmanı sayılırlar.
2. İslam, sıla-i rahmin terkine cevaz vermemiş, Sıla-i rahimde bulunmayı mü’minin vasıflarından, sıla-i rahmi kesmeyi ise cehennem yoluna götüren hususlardan saymıştır.
Böylece İslam, sıla-i rahim konusunda ifrat ve tefrite karşı, aşırılık ve terke karşı, bütün hususlarda olduğu gibi vasat yolu göstermiştir.
Ama nasta bu vasat yol içinde sıla-i rahme verilen önem, Mekke ve Medine’de anlaşılması güç olacak kadar çok vurgulanmıştır.
Allah celle celalühü buyuruyor:
"Allah`tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının!" (Nisa Sûresi 1)
“Ve onlar ki, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (akrabalar ve mü’minler arasında olması gereken bağı) birleştirirler; Rablerinden korkarlar ve hesabın kötüsünden endişe ederler.” (Ra’d Sûresi 21)
“Allah`a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah`ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lânet onlar içindir. Ve kötü yurt (cehennem) onlarındır. “ (Ra`d 25)
Hz. Peygamber salallahü aleyhi ve sellem buyuruyor:
" Allah`a ve ahiret gününe iman eden kimse akrabasını görüp gözetsin" (Buharî, İlim, 37; Müslim, İmam, 74-77)
"Akrabalık, Arş`ta asılıdır. Der ki: "-Beni gözeteni Allah gözetsin; beni terk edeni Allah terk etsin" (Müslim, Birr ve Sıla, 17)
"Akrabalık bağlarını kesip koparan kimse Cennete giremez" (Buharî, Edeb, 11)
"Her kim rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini istiyorsa akrabasını görüp gözetsin" (Buharî, Edeb, 12)
"Ey insanlar, birbirinize selâm verin, akrabanızı gözetin, yemeği yedirin! Geceleyin insanlar uyurken namaz kılın ki selâmetle Cennete giresiniz." (Tirmizî, Et`ime, 45)
Halit b. Zeyd (Ebu Eyyüb el-Ensarî) radiyallahü anh’ten rivayet edildiğine göre bir adam Hz. Peygamber`e gelerek:
"-Yâ Rasûlallah; beni Cennete sokacak bir ibadet söyler misiniz?" dedi…
Rasûlüllah şu cevabı verdi:
"Allah`a ibadet eder ve O`na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılar, zekât verir ve sıla-i rahm edersin." (Buharî, Zekât, 1).
Ayet-i Kerimeler ve Hadis-i Şerifler açık: Müslüman, Sıla-i rahmi terk edemez. Sıla-i rahmi terk etmeyi cehenneme giden yollardan bilir.
Fakat, Mekke ve Medine insanı, hatta çevredeki Arap kabileler, zaten Sıla-i rahmi terk etmezdi. O dönemin ne çöl ne de şehirlerinde sıla-ı rahmi terk büyük problem değildi.
Ya modern dünya…
Modernizmi, köyünden, kasabasından, tarlasından, bağından bahçesinden, akrabalarından ve ailesinden kopup şehre yerleşenler inşa etti. Onlar, köylerindeki yaşam gibi akrabalarını da unuttular, akrabalık bağlarını korumayı geçmişe ait bir husus olarak gördüler. Akrabalığa düşkün olanları, kırsal yaşam tarzını sürdürdükleri gerekçesiyle aşağıladılar.
Modernizme kapılanlar, şehirlerdeki sosyal yaşamı, çalıştıkları işyeri arkadaşları, onların kurduğu sendika ve dernekler ile eğer evleri fabrikanın, çalışma alanlarının uzağında ise semtlerindeki sanat grupları ve mahalle lokalleri içinde kurdular. Modernizmi kılavuz edinenler, “dayı”, “amca”, “hala”, “teyze” gibi akrabalık adlarını istihza ile andılar. Bunların her birine aşağılayıcı bir çağrışım yüklediler. Öyle ki “baba”, “dede”, “nine”, “babaanne” aile bağı adları dahi bu aşağılayıcı çağrışım yüklemesinden nasibini aldı. Nihayetinde modernizme inanmakla akrabalık bağının dışına çıkmak, akrabalık bağını eskiye ait bir husus olarak görüp küçümsemek modern insanın vasıflarından oluverdi. O modern insan için dernek, sendika, sanat kulübü, lokal vardır ama bir aile buluşması yoktur.
Ve biz, bugün bu modern ahlakın (!) hâkim olduğu bir çağda yaşıyoruz. Şimdi, bu hususu göz önünde bulundurarak söz konusu ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere dönelim. Bu Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şeriflerdeki sıla-i rahim vurgusu üzerine düşünelim. Bu Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerifler, daha çok Mekke ve Medine’ye mi sesleniyor yoksa çağımızın insanına mı, bize mi?
Sıla-i rahim, Mekke ve Medine’de bir mü’min için ne kadar alamet-i farika olurdu ve bugünün Paris’inde, Londra’sında ne kadar olur? Neden uzağa gidiyoruz ki her birimizin şehri Paris ve Londra’nın minyatürü oluvermedi mi? İstanbul Kadıköy’de, Bakırköy’de ya da Ankara Çankaya’da ya da Diyarbakır Dicle Kent’te ya da Mardin Yenişehir’de… Sıla-i Rahim nasıl alamet-i farika olur, hangi ölçü ile mü’minin toplum tarafından gözlenen vasıflarından olur? Mekke’de Sıla-i rahim ile bir insanın Müslümanlığını ölçmek ne ölçüde güçse sözü edilen yerlerde bir Müslümanın kendisini modernizme kaptırıp kaptırmadığını ölçmek için o kadar kolaydır.
Mü’min, Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniye’ye inanır. Hepimiz, Sıla-ı rahim ile ilgili Nasa inanıyoruz elbette. Bundan kuşku yok. Ama, kimi zaman çağın alışkanlıkları, şuurumuza, inancımıza galip geliyor da farkında olmadan şuurumuza zıt olana, inancımıza aykırı olana sapıyoruz. Bunun için belki her gün muhasebeye ihtiyaç vardır.
Bu muhasebeyle ey yerinden, yakınlarından kopup gelen Müslüman, özellikle sen ey Müslüman genç!
Sıla-i rahim konusunda sen İslam’a mı tabisin yoksa modernizme mi? Bu hususta kılavuzun ne ve kim? Tefekkür et! Hayatını gözden geçir ve karar ver:
Senin için “amca”, “dayı”, “hala”, “teyze”, “pısmam (amcazade)”, “xalan (dayızade)” anlam taşıyor mu? Sevinçte ve üzüntüde onlarla ilgili bir şey hissediyor musun? Bayramda ve düğünde onları arayıp da tebrik ediyor musun? Hastalıkta, taziyede veya başka bir musibette arayıp teselli veriyor musun? Yoksa bunu yapanları “Geçmişe bağlı arkadaşlar” sınıfında görüp şuur altında onlarla istihza ediyor musun? Senin için akrabalık diye bir kurum var mıdır? Yoksa bütün dünyan, modern şehirlerin getirdiği sosyal kurumlara uğramaktan mı ibarettir?
Unutma! Asr-ı Saadet’in Müslüman genci de senin gibi Müslüman kardeşlerinin sıcaklığını hissettiğinde, buna karşı akrabalarının soğukluk ve hatta düşmanlığını düşündüğünde akrabalığı unutmaya meyletmişti de Allah ve Resulü onu uyarmışlardı. Kur’an ve Hadis’le muhatab olurken sen de uyarılıyorsun…
Allah ve Resulü, senden dengede olmanı talep ediyor. Senin saffın elbette sahiplendiğin davanın saffı- dır. Ama bu safta olmak, akrabalığı unutmayı icap ettirmez. Aksine o saffın sağladığı sıcaklığa rağmen akrabalık bağını Allah ve Resulü’nün dilediği dengede tutmak icap eder. Dengeyi tutturmak senin asli arayışlarındandır ve içinde bulunduğun sosyal sıcaklığa, sosyal tatmine rağmen Sıla-ı rahimde bulunman senin dengede olduğunun alamet-i farikalarındandır.
Bu çağın insanı olarak, Sıla-ı rahimde bulunmak, haşa, cahiliyyeye tabi olmak, cahillere benzemek, geçmişi bugüne taşımak değildir, aksine çağın putu modernzime karşı senin kıyam etmendir, ona karşı durmandır, onun bütün cazibesine rağmen senin ona uymaman, Allah ve Resulü’nü kılavuz edinmekten caymamandır.
6. Yeryüzünde Halife Olmak
Kur’an-ı Kerim’de insanın yeryüzündeki hilafetinin anıldığı Bakara 30’dan önceki iki ayet-i kerimede yüce Allah, insanın kendisi tarafından yaratıldığını ve yeryüzündeki her şeyin onun hizmetine verildiğini buyuruyor. Bu ayet-i kerimelerde insanın yaradılış gerçeği ve hayat serüveni hatırlatıldıktan sonra insanın yeryüzünün efendisi olarak tayin edildiği gerçeği hatırlatılıyor:
“Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, sizleri ölü iken o ihya etti, sonra sizi öldürüp tekrar ihya edecek, sonra da yine O’na döneceksiniz.” (Bakara 28)
“O ki, yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı. Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir.” (Bakara 29)
İşte bu hilafettir:
“Hani Rabbin, meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti.” (Bakara 30)
Yeryüzünde halife olmak, yeryüzünü kullanma hakkına sahip olmayı, yeryüzünde değişim meydana getirebilme kabiliyetiyle donatılmayı, diğer varlıklara hükmedebilmeyi ifade eder. Bu hak, kabiliyet ve yeterlilik insana verilmiştir. Ama insanın hilafeti bilgi/ilimle ilişkilidir:
“Allah, Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göstererek,
“Haydi, eğer davanızda haklı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin ” dedi.” (Bakara 31)
“Melekler “Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin bize öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen her şeyi bilirsin ve her yaptığın yerindedir” dediler.” (Bakara 32)
“Allah, Adem’e “Ey Adem, bunlara o nesnelerin adlarını bildir” dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin isimlerini bildirince Allah, onlara “Ben size, ‘göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınızı ve içinizde sakladıklarınızı bilirim’ dememiş miydim?” dedi. “(Bakara 33)
“Hani biz meleklere “Adem’e secde ediniz ” dedik de hemen secde ettiler. Yalnız iblis kaçındı, kendini büyük gördü ve kâfirlerden oldu.” (Bakara 34)
Yeryüzünde halife olmak, irade sahibi olmakla doğrudan ilgilidir. Bu irade, Allah azimüşşanın kendi külli iradesinden insana bahşettiği cüzi bir iradedir. O cüzi irade ile insan, bilgi/ilim yolunu seçer, meleklerden bile üstün olur. Bunun zıddı şeytanın yoluna sapmaktır. O yol, felakete götürür.
İnsan, irade ile insandır. Bu irade hür bırakılmıştır. Dileyen onu ilahi irade doğrultusunda kullanır. İlahi irade ise sünnetullah olarak tecelli eder. Kişi Allah’ın Hz. Adem aleyhisselama öğrettiği isimlerden ne kadar çok nasiplenirse o ölçüde ilimde ilerler, sünnetullahı keşfeder. Bu keşif pratik karşılık bulup amele dönüştüğünde yükseliş başlar. Bu yükseliş, iradenin tercihiyle vahiy doğrultusunda olursa hem maddi hem manevi sahada görülür; vahye uygun değilse maddi sahada olur, manevi sahada olmaz.
Sünnetullah için şaşma yoktur. Uygun toprağa atılıp su ve güneş ile buluşan bitki yeşerir. Bu, sünnetullahtır. Ona zararlı bir haşere bulaştığında o bitki bu koşullara rağmen yeşermeyebilir. Bu da sünnetullahtır. O haşereyi imha edecek bir ilaç bulunup o tohum için kullanıldığında tohum haşereye rağmen yetişir. Bu, yine sünettullahtır.
İlkteki sünnetullah, tabiatın genel hâli ile ilgilidir. İkincisindeki, sünnetüllah yeryüzündeki varlıkların birbirlerine zarar verebilmesi ile ilgilidir. Üçüncüsündeki sünnetullah, insanın taibat koşullarına teslim olmama koşulları ile ilgilidir.
İnsan yeryüzünde iktidar sahibidir. Koşulların hâkimidir. Koşulları ona keşfettiren ise ilimdir. İnsan, ilimle o koşulları keşfettikçe onlara hakim olur, onları izale eder ya da ileri bir aşamaya taşır: Yeşermesi geciken bir tohuma ilaç desteği verilirse o tohumun yeşermesi hızlanır. Bu da sünnetullahtır.
Tabiatla ilgili bu hâl, sosyal hayatta da görülür. Çalışan insana Allah azimüşşan verir. Çalışmayan insan kaybeder. Bu sünnetullahtır. İnsan, bu sünnete uydukça yol alır; bu sünnetten sapınca kaybeder. Çalışmanın daha verimli olması eksiklerinin azaltılmasına desteklerinin çoğaltılmasına bağlıdır. Eksik bir çalışma eksik sonuçlar, mükemmel bir çalışma mükemmel sonuçlar verir. Bu da sünnetullahtır.
Çalışma başkaları tarafından engellenebilir. O engel izale olursa çalışmanız yol alır, izale olmazsa çalışmanız durur ya da yüce Allah dilerse koşulları beklenmedik bir anda lehinize çevirir. Bu yine sünnetullahtır.
İnsana düşen ilme tabi olmak, ilmin önünde kanatlarını indirmek, boynunu büküp ilmin sırrına ermektir. Bu, yol aldırır. Bunun zıddı ise ilme isyan etmektir. İlmi aşağılamaktır. Bu şeytanın yoludur, başı güzel bile görünse sonu felakettir.
İhya, ikiye ayrılır: Doğum- Ölüm- Mahşer dirilişi, manevi diriliş.
İnsan, bir ölü gibi iken Allah azimüşşan ona hayat verir, yeryüzüne getirir. İnsana bir ecel tayin edilmiştir. O ecel geldiğinde insan bir kez daha ölür. Sonra hesabını vermek üzere bir daha dirilir. Allah azimüşşanın kanunu böyledir. Bu kanuna isyan edebilecek kimse yoktur. Bu, uygun topraktaki bitkinin su ve güneşle buluşması, ecelini tamamlayınca ölmesi gibidir. Ne var ki onun için bir daha diriliş söz konusu değil iken insan için yaptıklarının karşılığını görmek üzere bir daha diriliş vardır.
Manevi diriliş, biyolojik olarak yaşadığı hâlde manen ölmüş olanın dirilişidir. Bu diriliş bireyler için söz konusu olduğu gibi toplumlar için de söz konusudur.
Kişi veya toplum, bu ihyadan önce biyolojik olarak hayat aşamasındadır ama manen ölmüştür. Onun manevi yanı tükenmiştir. Hayatı baştan başa maddileşmiştir. Artık ondan umut kesilmiştir. Bunun için bir daha ıslah söz konusu olmaz, diye söyleseniz, söylediğinizi inandırmak için yemine ihtiyaç duymazsınız. Onun manevi cenaze töreni insan nezdinde çoktan bitmiş, sayılır.
Halbuki hayat evresinde bulunanın, henüz biyolojik ölüm safhasına geçmeyenin sapkınlığı ne kadar büyük olursa olsun manen ihya olabilmesi sünnetullahtır.
“Melekler “Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin bize öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen her şeyi bilirsin ve her yaptığın yerindedir” dediler.” (Bakara 32)
İhya kanununu koyan Allah’tır. Bu kanunun işlemesine vesile kılınan insandır. İnsan dilerse ihyayı seçer ve ihya olan insan, başka insanları sünnetullahın kendisine sağladığı imkânlarla, verimsiz toprağı ihya edip verimli hâle getirir gibi, ihya edebilir. Allah azimüşşan, insanı bu yetenekle, bu faziletle donatmıştır. İnsandaki yeteneklerin keşfi, sünnetullahın keşfidir. O keşfi yapan ve yine sünnetullah gereği o keşiften uygun bir şekilde istifade eden başka insanların efendisi olur, bu da sünnetullahtır.
Görüldüğü üzere insanın yeryüzündeki halifeliği, bilgi/ilimle kurulan bir ilişkinin icraatta karşılık bulmasıdır, dolayısıyla bir inşa görevidir.
Yeryüzü insanın hizmetine verilmiş, bu hizmette insanlar ise farklı konumlardadırlar. Yeryüzünü farklı konumlardaki insanların yeteneğinden, verimliliğinden istifade ederek inşa eden başka insanların önüne geçer.
İnsan, yeryüzüne gönderildiğinde tabii olarak halifedir. Başka bir ifadeyle, eğer halifeliği yeryüzünü idare etme anlamında kullanırsak, halife olmaya adaydır. Ona bu yetenek verilmiştir. Ancak bu yeteneğin karşılık bulması onun gayreti iledir. Bu gayret ilimden amele doğru uzanır. Sadece dünyevi olursa dünyevi sonuçlar doğurur hem uhrevi hem dünyevi olursa her iki dünyada da karşılık bulur.
Bütün bu yönleriyle halife olarak insan, hem zihnen hem pratik olarak sürekli aktif olan irade sahibi bir varlıktır. Zihniyle ilme/bilgiye ulaşır, ilmi/bilgiyi bedeniyle pratiğe döker. Yükselebilmek için bir an olsun gaflete düşmeden bunu sürdürür. O durumda insanlığın da önderi olur.
Gaflete müptela olup da “yaşarken ölmüşse”, zihni ve ameli tembelliğe müptela olmuşsa, yanlışlarını gözden geçirip tashih etme kabiliyetini yitirmişse doğruyu vahiyde, tabiatta ve insan hâllerinde keşfetmektense ilmi hep başkalarının kapısında arıyorsa onun halifeliği hak olarak mevcut iken hazırda ilga olmuştur. O artık nesneleşmiştir. Tahttan düşüp kölelik yapan sultan misali yetkilerinden uzaklaşmıştır. Bir daha tahtına çıkıncaya kadar, halifelik hakkına rağmen yeryüzünde ayaklar altında kalmaya mahkûmdur.
7. Gaybe İman Olmadan Zulüm Bitmez
“(Elif, Lâm, Mîm) İşte o kitap, bunda şüphe yok, muttakiler için hidayettir. Onlar ki gaybe iman edip namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar. Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler. Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir.” (Bakara 1-5)
Kur’an, öyle mucizevî bir kitaptır ki insan, çağını bilerek onu okuyunca çarpılır, içinde bulunduğu an indiği hissine kapılır.
Fesüphanellah, bu ne büyük mucize!
Gaybe iman, Kur’an-ı azimuşşanda malum olduğu kadar doğrudan 39. ayet-i kerimede geçmektedir. Oysa yine malum olduğu üzere Kur’an azimuşşanın nazil olduğu günlerde gaybe iman etmemek pek yaygın değildi, Yahudiler, Hıristiyanlar gibi müşriklerin de neredeyse tamamı gaybe iman ederdi. Gaybe iman etmemek o asırda istisna bir durumdu.
Hâlbuki bizim çağımız, Batılılar tarafından materyalist bir çağ olarak dizayn edilmiştir. Bu çağın zihnini belirleme bağiliğinde bulunanlar, çağın insanının geçmişin insanından farklı olarak gaybe iman etmemesini istemişlerdir. Gaybe imanı cehalet ve gericilikle özdeşleştirmişler, gaybe iman etmemeyi ilericilik diye kotlamışlardır.
Bunun için, İslamiyet’ten önce ve sonra gaybe iman etmeme istisna bir hâl olduğu hâlde, bizim çağımızda gaybe iman etmeme kayda değer bir kitlenin hâli olmuştur.
Asr-ı Saadet’ten önce gaybe iman etmemek birkaç bağinin hâliydi. Asr-ı Saadet’ten sonra ise “dehriyyun” denen birkaç filozof gaybe imanı reddetmiştir, alem müşahede ettiklerimizden ibarettir, demişlerdir.
Günümüzde ise şehirlerin sokak aralarında, parklarda oynayan bir çocuğun dahi iç dünyasında gaybe imanın yerinin olmadığını, onun pâk zihninin ateist yakınları tarafından iğfal edildiğini görebiliyoruz. Özellikle Batı Avrupa’da materyalizmin yaygın bir akıma dönüştüğünü, materyalistlerin oranının Hıristiyanlığa inananların sayısını yer yer geçtiğini duyabiliyoruz.
Kur’an’ın yüceliği karşısında Allahu Ekber…
Kur’an, adeta şimdi inmiş de bu çağın insanının müptela edilmek istendiği materyalizme karşı mü’mini donatıyor, insanlığa dosdoğru kurtuluş yolunu gösteriyor.
Daha ikinci Sûre-i Şerif’te ilanda bulunarak mü’mini kâfirden ayıran ilk hususun gaybe iman olduğunu duyuruyor. Mü’mine, sen dünün kâfirinden farklı olduğun gibi bugünün kâfirinden de farklısın, varlığa onun gözüyle bakamazsın diye onu peşin peşin uyarıyor.
Materyalizm, dünya üzerindeki zulmün ana özelliklerindendir.
Nedir materyalizm?
Bir zamanlar İslam aleminde Abbasi Halifesi el-Mehdî tarafından H. 167/ M. 783’te boyunları vurulan Beşşar bin Bürd ve Salih bin Abdülkuddüs gibi dehrîler vardı, kendilerini filozof zanneden bu kıt akıllı zındıklar, hayatın müşahede edilenden ibaret olduğunu iddia ederlerdi. Bu, onlar için bir yönüyle sadece bir inanç, diğer yönüyle İslam’a karşı isyandı.
Kendisini imana karşı dizayn eden modern Batı da imana karşı isyan üzerinden materyalizme saptı. Materyalizme gerçekten iman ettiği için değil, materyalizm onu geçmişten ayırdığı için materyalizmi benimsedi, maddi alanda kat ettiği gelişmeleri de materyalizme iman için kullandı. Ben, teknikte bu kadar ilerlemişsem benim her konuda söylediğim doğrudur, delil getirmediğim hususlarda benim delilim teknik konulardaki başarımdır. Madem teknik alanda başarılarıma inanıyorsunuz, ben gayb yoktur diyorsam buna da inanırsınız, dedi. Teknik ilerleme karşısında şaşkına dönen çağın insanı, onun hilesine aldandı ve kimi zaman ateist olmadığı hâlde, gaybe iman ettiği halde, gaybe iman etmiyormuş gibi kendisini tanıtmaya çalıştı, kendisini bu hâle adeta zorladı. Neticede, dünya genelinde önemli bir kitle olarak kabul edilebilecek bir “sürü” materyalist görünmeye başladı.
Batı modernizminde ortaya çıkan materyalizm, diyalektik materyalizm şeklinde komünizmin kurucusu Marks tarafından benimsenince bu akım, sosyalistlerle özdeşleşti. Oysa Batı’da sosyalist olmadığı hâlde materyalist olan geniş bir kitle vardır.
Ne diyor materyalist?
Materyalist, gaybe imanı inkâr ediyor. Her şeyin sadece maddeden ibaret olduğunu, müşahede edilen alem dışında başka bir alemin bulunmadığını öne sürüyor. Dolayısıyla Allah’ın, meleklerin, ahiretin varlığını reddediyor.
Ne var ki materyalizm sadece inançla ilgili değildir. Materyalizmin modern Batı ve Marks tarafından benimsenmesi de inançla ilgili değildir. Burada inanç, Mekke’de Hz. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem’e muhalefet eden müşriklerin inancı kadar bile ön planda değil. Burada ekonomik ve siyasi bir tutum vardır.
Gaybı reddeden Allah’ı ve hesap gününü reddeder. Allah ve hesap gününü reddeden, gücü ölçüsünde insanlara muamele eder. İşte Batı’nın aradığı nokta burasıydı. 18. Yüzyılda gücünü artıran, 19. Yüzyılda gücünün doruğuna çıkan Batı, kendisiyle insanlığa zulüm arasındaki gaybe iman engelini ortandan kaldırdı, hesap verme gününü reddederek kendisini güçsüz olanın elindeki maddi varlığı alacak bir engelden kurtardı, zulmü kendisi için meşrulaştırıp vicdan muhasebesinin dışına çıkararak kolaylaştırdı.
Ama mevzu, bundan da ibaret değildir. Gaybe imanı reddederek Batı, sömürerek toplamaya, işçiyi zalimce çalıştırarak üretmeye, insanların harcama talebini artırarak sürekli tüketmeye dayanan ekonomisini de dizayn etti.
Allah’a hesap vermekten korkan, başka toplumların zenginliklerini elinden almaz. Allah’a hesap vermekten korkan, emek sömürüsü yapmaz. Allah’a hesap vermekten korkan, nimetin diğerini bilir, tüketimini sınırlandırır.
Batı, gaybe imanı reddederek helal ve haram ayrımını ortadan kaldırmaya yöneldi. Bu üretim ve tüketimi ilgilendirdiği gibi her alanda gücü artan Batı’ya başkasının acıları üzerinden bir zevku sefa ortamı dizayn etme olanağı da verdi.
Bugün, Batı’yı taklit eden sosyalist örgütler ve diğer seküler yapılanmalar, gaybe imanı reddederek halklarını kendilerine kul olacak bir zihniyete büründürmekte, halklarının iç dünyasında hesap verme inancını imha ederek onları her tür kötülüğü yapan sosyalistlere destek verecek bir hâle sürüklemektedir.
Onların gaybe imanla uğraşması, böyle hesapsız bir toplum oluşturma kaygısına dayanmaktadır.
Bu hâl karşısında gaybe iman, etkisiz bir inanmaktan ibaret olmayıp aynı zamanda sömürgecilere, sınırsız üretim-sınırsız tüketim ekonomisine ve zulme dayalı siyasete “La” demektir.
Çağın zulmünü bitirmek ancak böyle bir “la” ile ve bunu bütün samimiyeti ile söyleyen müminle mümkündür.
Gaybe iman eden mümin, hayatı dünyadan ibaret görmez. Allah’a hesap vereceğini bilir. Zulüm yapmaz, zulmü onaylamaz.
Gaybe iman edenin hayatı, gaybe iman etmeyenlere benzemez.
Gaybe iman edenin ekonomisi, gaybe iman etmeyenlerin ekonomisine benzemez.
Gaybe iman edenin eşyaya ve vakalara bakışı, gaybe iman etmeyenin eşyaya ve vakalara bakışına benzemez.
Gaybe iman etmeyen menfaatperesttir, her şeyi maddi karşılığıyla ölçer, madde karşılık bulmadığı işlerden kaçar. Gaybe iman eden için ise maddi karşılığın yanında manevi karşılık vardır. Dünyada hayatında alınmayan karşılık ahiret hayatında alınır. Gaybe iman etmeyen, dünyada karşılık almayacağı işleri yapmazken gaybe iman eden, kimi zaman dünyada kendi aleyhinde görünen işleri de yapar. Gaybe iman etmeyen, kıt aklı ile onu akılsızlıkla vasıflandırır, işini bilmemekle itham eder. Oysa “kârlı bir ticaret”te bulunmuştur.
Gaybe imanın olmadığı yerde, akıl müşahede edilenle sınırlandırılmıştır. Sanat müşahede edileni aşmak olduğundan materyalist toplumlarda sanat gelişmez. Batı’daki sanat da Aliya İzzetbegoviç gibi pek çok düşünürün ifadesiyle dinin ayakta olduğu günlerden geliyor. Bugünün materyalist Batı’sı artık sanat eseri üretemiyor.
Aile, fedakârlığa dayanır. Gaybe imanın olmadığı yerde aile kurumu dağılır. Nitekim bugünün materyalist Batı’sında aile dağılıyor.
Aile, toplumun temelidir. Ailenin yeniden inşası da ancak gaybe imanla mümkündür.
Görüldüğü üzere gaybe iman, pasif bir hâl değildir. Yaşamın bütün alanlarını kapsayan, bir hayat nizamının temelidir.
Toplumun ıslahı ancak gaybe imanın ihyası ile mümkündür.
“De ki: "Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O size (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma,8)
“İnkâr edenler: "Bize o kıyamet saati gelmez." dediler. De ki: "Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbim hakkı için kıyamet size mutlaka gelecektir. O`nun ilminden göklerde ve yerde zerre kadar bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır." (Sebe Sûresi,3)
8. Hicaz’a hürmeti muhafaza etmek
“Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse (bu hakkı tanınmazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. ” ( Al-i İmran 97)
"İbrahim şöyle dedi: Ey Rabbim, bu beldeyi emniyetli kıl!" (Bakara 126)
"Biz Kâbe’yi insanlar için bir toplantı ve emniyet yeri yaptık." (Bakara 125)
"Biz onları, nezdimizde bir rızık olarak, her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği emin ve mukaddes (harem) bir yere yerleştirmedik mi?" (Kasas 57)
"Çevrelerinde, insanlar kaçırılıp zulmedilirken, bizim Mekke`yi mukaddes ve emin bir belde yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût 67)
Her tür mekâna hürmetin unutulduğu, yüce Allah’ın hâkimiyetine karşı hâkimiyet ilan eden beşerin Allah’ın dininin bütün mukaddesatlarıyla alay etme cüretinde bulunduğu bir çağda, Beytü’l-Haram’ın ve Ravza-i Mutahhara’nın bulunduğu Hicaz’ı hürmetsizlikten muhafaza etmek, çağın Müslümanlarının zihnini meşgul eden bir problemdir.
Hz. Resul sallahü aleyhi ve sellem’in dünyaya teşrif ettikleri, çocukluklarını, gençliklerini yaşadıkları, Allah’ın dinini insanlığa duyurdukları o mekânlar ümmet için sadece bir hatıra değildir. Hz. Resul sallalahü aleyhi ve sellem’in ayağının bastığı mekânlar, ümmetin muhafaza edeceği antik bir değer değildir. Hz. Resul sallalahü aleyhi ve sellem’in tertemiz Ravza’larının bulunduğu o mekânlar, insanın seyahat ihtiyacını karşılamak üzere uğrayacağı öylesine yerler de değildir.
Hicaz, iki mukaddes mescidin bulunduğu yerdir. O mescidlere çevreleriyle birlikte, “İki Harem” anlamında, Harameyn denmiştir: Mekke Harem’i ve Medine Haremi. Sınır noktaları ihram giyme noktaları (mikat) olan harem, "Mekke Haremi" veya "Harem-i Şerif"tir. Mekke hareminin sınırlarını Cebrâil aleyhisellam, Hz. İbrahim`e göstermiş; Rasûlullah sallallahü aleyhi ve selem de aynı sınırları yenilemiştir. Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve selem, Mekke fethedildiği zaman şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz burası Allah`ın gökleri ve yeri yarattığı günde haram kıldığı bir beldedir. Burası kıyamet gününe kadar Allah`ın haram kılmasıyla haramdır." (Buhârî)
Mekke-i Mükerreme’de Kâbe (Beyt-i Harâm) ve çevresi (Mescid-i Harâm), harem bölgesinin merkezini oluşturur.
Bununla birlikte Medine Haremi de vardır.
Resul salallahü aleyhi ve selem buyuruyor:
"Medine Ayr`dan Sevr`e kadar haremdir." (Buharî)
“Rasûlullah sallallahü aleyhi ve selem, Medine’nin doğu ve batısındaki kara taşlık arasındaki alanları harem kıldı." (Buhârî)
Hicaz, mekânsal anlamda İslam’ın kalbidir. Orası, necis ayaklardan korunmuştur. Necis ayaktan kasıt, gayr-i müslimin ayağıdır. Hicazın gayr-ı müslim ayaklarından korunmasının açık bir anlamı vardır: Hicaz, sadece Müslümanlara aittir. Orada sadece İslam’ın hükmü geçerlidir. Oranın idaresi bütün müştemilatı ile Müslümanlara aittir. Gayr-ı müslimler, doğrudan veya dolaylı olarak Hicaz’ın idaresi üzerinde söz sahibi olamazlar.
Hicaz’ın gayr-ı müslim tahakküm ve tasallutundan korunması dile getirildikten sonra ifade edilmesi gereken husus, Hicaz’ın İslam’ın müşterek mukaddesatı olduğudur. Bu müşterek mukaddesatla müşterek ilişkinin sürdürülmesi, müşterek idareden çok daha önemlidir. Müşterek ilişkiden kasıt, rengi, etnik yapısı, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun, “Ben Müslümanım” diyen herkesin Hicaz’a girebilmesi ve orada ibadetini icra edebilmesidir.
Ümmet, yüzyıllar boyunca bu müşterek ilişkiyi ihtimamla muhafaza etmiştir. İslam tarihinin hiçbir aşamasında Hicaz, farklı mezheplere kapatılmamış, farklı meşreplerin orada bulunmalarına engel olunmamıştır.
Ne var ki Hicaz’a girebilmek Hicaz’la müşterek ilişkinin muhafazası için yeterli değildir. “Ben Müslümanım” diyen herkesin orada kendi mezhep ve meşrebince ibadetini icra edebilmesi gerekir. Ümmet, tarih boyunca orada Müslümanların ibadetlerini icra biçimlerine açıkça müdahale etmemiştir. Buna rağmen, Hicaz hiçbir zaman Kur’an ve Sünnete açıkça aykırı davranışların sergilendiği bir mekâna dönüşmemiştir.
Hicaz, en sahipsiz kaldığı günlerde bile İlahi bir muhafaza ile batıl adetlerden korunmuştur. Hiçbir topluluk, Ka’be’ye İslam’ın yüklediği anlamdan başka bir anlam yüklememiştir, Arafat’ın taşları hiçbir zaman putlaşmamıştır. Hz. Resul sallahü aleyhi ve sellem’in Ravza-ı Mutahhara’sı hiçbir zaman, haşa, bir tapınma nesnesine dönüşmemiştir.
Orada Müsülmanların birbirinden ayrıntıda farklılaşan bulunma biçimleri vardır. Buna hürmet göstermek Hicaz’a hürmettendir. Buna mani olmak, Hicaz’ın ümmetin müştereki olduğu ilkesine hürmetsizliktir.
Müslümanların büyük bir kısmı Mekke ve Medine’de sahabenin kabirlerini görmek istiyor. O kabirler, son döneme kadar ziyaret edilebiliyordu. Kimse, onları bir tapınma nesnesine dönüştürmemişti. Bugün onlar yerle bir edilmiş. Ravza’nın yanı başında sahabenin kabirlerinin yerle bir edildiğini görmek, ümmetin büyük çoğunluğunu sarsıyor, ümmeti üzüyor. Bu sarsıntıya, bu üzüntüye yol açanlar, bu mukaddes mekâna hürmetsizlik etmişlerdir. Bu mukaddes mekânın müşterek değer olduğu gerçeğine hürmetsizlik etmişlerdir.
Hicaz’la ilgili hürmetsizliklerin bütün olarak izalesi, ümmetin en büyük arzularındandır. Mü’minler, orada İslam’ın sağladığı hürriyeti yaşamak, İslam’ın haramlarına riayet etmek, İslam’ın mubah kıldığını yaşamak istiyorlar.
Mü’minler, hür bir Ka’be’de, hür kullar olmak istiyorlar. Mü’minler, Resulullah salallahü aleyhi ve sellem’in huzuruna İslam’ın uygun gördüğü bir hürriyetle çıkmak istiyorlar. Oranın bütün tadını almak, o tatla kendilerindeki acı tadı bertaraf etmek istiyorlar.
Mü’minler orada, bütün hürriyetleriyle Hz. Resul salallahü aleyhi vesellem’in manevi huzurunda bulunarak günahlarından, kuşkularından, eksiklerinden arınmak istiyorlar.
Mü’minler orada, bütün hürriyetleriyle Hz. Resul salallahü aleyhi vesellem’in manevi huzurunda geleceğe dair söz vermek istiyorlar.
Mü’minler orada, bütün hürriyetleriyle, Hz. Resul salallahü aleyhi vesellem bizzat karşılarındaymışçasına ibadet etmek, kendilerini Hz. Resul salallahü aleyhi vesellem’in denetimine tabi kılmak istiyorlar.
Buna mani olmak kimin haddine…
Buna bir meşrep gereği inanmak, başkalarına mani olmaya sebep olamaz. Zira açık bir ihlal olmadığı sürece orada her Müminin inandığı gibi bulunması, orayla müşterek ilişki hakkının bir gereğidir. Buna mani olmak, bu hakkın ihlali anlamına gelir. Bu, Hicaz’a da Allah’ın beytinin ve O’nun pâk Resul’unün Mescid’inin ziyaretçilerine hürmetsizliktir. Bu, o mukaddes mekânın Müslümanların bütününe ait olduğu hakikatine karşı durmaktır.
Lakin bir hürmetsizliğin izalesi, başka bir hürmetsizliğe yol açmamalıdır. İslam alabildiğine güçlü iken Ka’be-i Şerif’in ve Mescid-i Nebevî’nin iktidar tartışmalarına konu olması, İslam’a öylesine zarar verdi ki sonraki dönemde İslamî yönetimler, Hicaz’da bazı aksaklıklar görseler dahi bunu bir savaş konusu yapmaktan uzak durdular, oradaki aksaklıkların tabii bir hâl içinde düzelmesini beklediler ve Allah’ın yardımıyla o aksaklıklar tabii hâl içinde izale oldu.
Bugün ümmet, alabildiğine zayıf… Küfür, Müslümanları ilk günden bu yana aynı mekânda buluşturan Hacca halel gelmesi, Hicaz’ın muhteremliğinin zarar görmesi için fırsat kolluyor. Oraya idareci olarak tayin ettiklerini ümmetin sabrını zorlamaları için zorluyor.
Küfür ister ki orası Allah’a kullukla değil, orada dökülen Müslüman kanıyla anılsın. Orası, emin diyar olmaktan çıksın, oraya giden mü’min kendini asla güvende hissetmesin.
Küfür ister ki bizi birleştiren bir Ka’be’miz olmasın, küfür ister ki bizim kalplerimizi birbirimize karşı yumuşatan bir Ravza-ı Mutahhara’mız olmasın… Küfür ister ki orada meşrepleri farklı olanlar omuz omuza vermesin. Küfür ister ki orada birlikte dua etmeyelim. Küfür ister ki orada birlikte tekbir ve tehlil getirmeyelim. Küfür ister ki orada toplanmayalım. Küfür ister ki orada toplanmışsak birbirimize hakaret edelim, birimizin hakkını yiyelim, birbirimizin ayrıntıda farklılığımız için bir birimizle kavga edelim. Küfür ister ki orası emin belde olmasın… Orada Hz. Resul salallahü aleyhi ve sellem’in hatıratı unutulsun. Küfür ister ki orası İslam’ın kurtuluşu değil, musibeti olsun…
Son yıllarda kaç kaza yaşandı oralarda. Kaç mü’min, şu veya bu sebepten katloldu. Kimi zaman kasıtlı cinayet, kimi zaman tedbirsizlik cinayeti…
Bunların tamamında orayı ümmet adına değil, müşterek küfür adına (uluslararası yapı namına) idare eden idarecilerin sorumluluğu söz konusudur.
Ümmet onları biliyor ama onların oradan izalesi tabii bir hâli gerektiriyor. Yaklaşık son 1300 yıldaki gibi tabii bir hâl… Bu hâli, müfsit Batınî Karamatiler dışında kimse ihlal etmedi. Batini Karamatiler, oraya hükmetmek için her tür hürmeti ayaklar altına aldılar.
O zındık Karamatilerin dışında yüzyıllar boyunca kimse, bir kez daha mukaddes mekânların hürmetini ihlal etmeye cesaret edemedi. Ama batılın Batı adına hükmettiği bu çağda Hicaz’ın yönetimi Batı’nın adamlarına kalınca son kırk yılda neredeyse her yıl orada istenmeyen bir hâl gerçekleşti. Kimi bu hâle zorladı, kimi ise fütursuzca bu hâl içinde kan döktü.
İlk kez bu yıl ise bir karanlık güç, Ravza-i Mutahhara’nın yanı başında kan döktü. Bu ümmet için adeta bir son çağrıdır.
Ümmet, kendine gelmezse Ravz-ı Muttahara bile iktidar çatışmalarının, küfür oyunlarının bir mekânı haline getirilecek.
Kim buna çanak tutarsa, kim bu siyasetin içinde olursa küfrün oyuncağıdır. Oradaki idareye rağmen mü’minlerin davranışlarında bir denge vardır. Küfür bu dengeyi bozmak istiyor, kim bu dengenin bozulmasına aracı olursa küfre hizmet etmiştir.
"(Ey Nebi! İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz ki senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir." (Nahl 125)
" Kim Mescid-i Haram`da zulmü ile haktan uzaklaşmaya yeltenirse, biz, ona da ağır bir azap tattıracağız." (Hacc 25).
"Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de cennet bahçelerinin üzerindedir (Ahmet b. Hanbel, II, 36, 45I, 534; V, 41). Diğer bir hadis de "Evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir." (Ahmet b. Hanbel, II, 236)
"Üç mescitten başka bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Benim mescidim." (Buhari, Fedaılü`s-Salat 1, 6).
Rabbim, Harameyn’de hürmet içinde bulunmayı nasip eylesin…
9. Müslümanca Tatil ya da Müslüman ve Tatil!
“Tatil”, Arapçada “durdurmak, hareketsiz ve başıboş olmak” anlamındadır. Tatil, terim olarak da ara vermek, bir süre hizmet dışı bırakmak, bir süre bir etkinlikte bulunmamak anlamına gelir.
Bu durumda Müslümanca bir tatil acaba nasıl olur? Müslüman neyi tatil edecek, neyi durduracak, hangi konuda hareketsiz kalacak? Müslüman hareketsiz durabilir mi, Müslüman başıboş olabilir mi?
Müslümanın yaşam tarzını belirleyen İslam’dır. İslam’ın temel kaynakları neyin durdurulmasına izin verir? Müslümanın hangi alanda başıboş kalmasını hoş görür?
Başta ifade etmek gerekir: “Tâtil” kelimesi Arapça olmasına rağmen, ne Kur’an’da ne de Hadis-i Şeriflerde geçmektedir. “Atâlet”le ilişkili olan tatil, Rasulullah salallahü aleyhi ve sellem’in Sünnetinde olmadığı gibi sahabe uygulamasında ya da sonrakilerin uygulamasında da yoktur.
Yüce Allah buyuruyor: "Bir işten boşaldığın zaman tekrar bir işe sarıl ve uğraş! Ve Rabbine rağbet et, yönel!” (İnşirah Suresi)
Müfessirler, ayet-i kerimede boş kalınan işin tebliğ, teşvik edilen işin ise zikir olduğunu söylemişlerdir. İslam uleması da “Kalpler ancak zikirle sükûnet bulur” (Ra’d Suresi 28) fermanı gereği, dinlenmeyi zikirde aramışlardır. Bir işten yorulduklarında bir süre Kur’an-ı Kerim okuyarak ya da başka zikirlerde bulunarak dinlenmişlerdir. Salahaddin-i Eyyûbî Hazretlerinin uzun süren divan toplantıları arasında Hadis-i Şerif dinlediği de meşhurdur.
Yüce Allah buyuruyor: “O, sizin için geceyi örtü, uykuyu dinlenme fırsatı ve gündüzü çevreye dağılıp çalışma zamanı yaptı.” (Furkan Suresi 47)
Müslümanlar, Asr-ı Saadet’te elbette geceleri dinleniyorlardı. Ancak gecenin tamamı da dinlenme vakti değildir, zira gece, teheccüdle bölünmüştür. Yine Asr-ı Saadette Arabistan sıcak günlerinde sahabenin öğle sıcağında evlerine çekilip uyuduğu da bilinmektedir.
İlim talebeleri de İslam âleminde bilinmeyen bir dönemden bu yana Perşembe günü ikindi vaktinden Cuma günü ikindi vaktine kadar derslerden muaf tutulmuşlardır. Ne var ki bu, tam bir tatil değildir. Kendi temizliklerini, medresenin temizliğini yapmaları ya da akraba ziyaretinde bulunmaları için onlara bu fırsat verilmiştir. Onlar için, bu tatil günü çoğu zaman ders gününden yorucu geçerdi.
Yine ilim talebeleri özellikle tarımın yaygın olduğu memleketlerde yazın sıcak aylarında derslere ara vermişlerdir. Talebeler, bu yaz sıcağının ders arasında da genellikle ailelerinin geçimine katkıda bulunmuşlardır.
Yine Malatya gibi şehirlerde hâlâ izleri görüldüğü gibi kimi şehirlerde “Sayfiye(yazlık)” diye bir banliyölerinin olduğu, bu şehirlerdeki halkın yaz sıcağında serin ve meyveli sayfiyeleri tercih ettiği bilinmektedir.
Bunun için İslam`da dinlenme biçimi olarak var olan “tatil” değil, "tebeddül"dür, yani “yer değiştirme”dir, denmiştir.
Rasulullah salallahü aleyhi ve sellem’in uygulamasında yoksa da Müslümanlar, tarih boyunca “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diyerek imkânları el verdiği ölçüde, bulundukları mekândan başka bir mekâna geçerek farklı bir ortamda nefes almayı, sürekli ikametlerinin kimi sorunlarını unutmayı, sürekli mekânlarına dönük “alışma” hantallığından kurtulmayı, sürekli mekânlarına dönük bir özlem oluşturmayı amaçlamışlardır.
Ama bu sayfiye (yazlık) mekânlarda ibadetlerini aksatmamışlar, aksine o mekânların ferahlığını ibadetlerini artırmak için bir fırsat olarak görmüşler, örneğin namazlarını açık sahada, serin gölgeliklerde kılarak namaz koşullarını iyileştirme yoluna gitmişleridir.
Bu tür sayfiye imkânlarının olduğu yerlerde ilim tedrisatına da ara verilmemiştir. Nitekim Bitlis, Van gibi yörelerde yazın zozanda (yaylada) faqiler için de çadır kurulur, kışın yerleşik mekânların sıcacık ortamında devam eden dersler yazın o zozan çadırlarında ya da yayla evlerinde serin ortamda devam ederdi.
Misalen, ünlü alim Molla Sadreddin’in oğlu Şehit Metin Yüksel, o yaylalarda doğmuştur. Tatille ilgili kısımları konumuzu ilgilendirdiğinden bunu şehidin ağabeyi Müfit Yüksel’den olduğu gibi aktaralım:
“Metin, 17 Temmuz 1958"de Bitlis"in Ahlat kazasına bağlı, Kolıngo denen yüksek tepelerdeki bir yaylada dünyaya gelmişti. "Kolıng" Kürtçe"de Turna kuşu demek, yazın her gün akşam çökmeye doğru turna kuşları gelip, Kürtçe "Zinar" dediğimiz yayladaki kayalıklar üzerinde öterlerdi. Bu yüzden bu yaylaya o isim verilmişti. Norşinli Şeyh Abdurrahman Et-Tâği’nin (Vefatı:1304/1888) torunu Şeyh Masum (Vefatı:1971) ailesine ve çevresine ait bu yaylada son derece sade ve tabii bir hayat hüküm sürmekteydi. Bu yaylaya, yazın Norşin"de susuzluk hüküm sürdüğü için, "Şavî"lerle dolu bu sulak yerde büyük sürülerin otlatılması için gelinirdi. Burada Allah’ın bahşettiği tabiatla/fıtratla bütünleşen o kadar sade ve tabii bir hayat hüküm sürerdi ki, ayın kaçı olduğu bile pek bilinmezdi. Moloz taşlarla rastgele örülü, damı sazlarla, otlarla örtülü küçük yayla evleri, evlerin önündeki buz gibi duru ve berrak akarsuyu… Kulleteynleri, son derece tabii gıdaları ile bu basit yayla evlerindeki yaşam, Kızılderili Apaçilerle Komançilerin yaşamına benzerdi. Ancak bu sadeliğin yanında kesintisiz bir İslam medeniyetinin iki temel müessesesi bu yaylada da hayatın merkezini teşkil ederdi. Nakşibendi/Hâlidî Dergâhı ve Arapça-İslami ilimlerin tedris edildiği, rahmetli babamın başmüderris/dersiâm olduğu medrese… Çünkü asıl yerleşik yer olan Norşin"de hem tekke hem de medrese bulunurdu. Medresede Ramazan-ı Şerif ve bayramlar dışında tatil olmadığından ilmi tedrisat ve dergâh/Nakşibendi tarikatı faaliyetleri yaylada da sürdürülürdü. Her iki fonksiyon için iki kocaman yayla evi vardı.” (Yeni Şafak gazetesi, 24 Şubat 2013)
Bugünkü Tatil Anlayışı Çağdaş Yaşam Tarzına Aittir
İslam tarihi boyunca ve hatta dünya tarihinde sanayileşme çağına kadar bugünkü anlamda tatil söz konusu olmamıştır. Ne Müslümanlar tatil yapmış ne de başkaları… Tatil, sanayileşme çağında, sınırsız çalıştırılan işçilerin enerjilerini toplayıp daha iyi çalışabilmeleri için verilmiştir.
Sendikalaşmayla birlikte işçilerin karar mekanizmalarında etkili olmasıyla tatil süresi uzamış, böylece tatil hayatın önemli bir bölümü haline gelmiştir.
Ne var ki 20. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar tatil, çalışanların dinlendikleri ve kimi zaman kendi özel işlerini gördükleri bir zaman dilimi olarak bilinirken bu yüzyılın son çeyreğinde liberalizm ve sosyal demokrasinin oluşturduğu ortam ve aşıladığı ahlâk anlayışıyla bir tür tüketim mevsimi oldu, her tür şuurdan boş kalınarak sınırsızlığı yaşamak anlamına geldi. Sosyalist bürokrasinin özellikle Rusya’da Kırım sahillerinde daha Stalin döneminde bildiği bu anlayış, Batı’da söz konusu ideolojilerle kitleselleşti; zamanla Batı’dan yapılan yayınlar ve gelen turistlerle İslam âleminde de bu tarz bir tatil anlayışı oluşmaya başladı.
Bir yıl boyunca biriktirdiği maddi ve manevi varlığı on beş-yirmi günde şuurunu tatil ederek tüketmek… Tatil diye haramları helalmiş gibi rahatça işlemek… Bedeni deniz kıyısındayız diyerek ulu orta yere sermek… Bu, Müslümanca değil. Ama Müslümanca olmayan sadece bu da değildir.
“Tatil” diye,
-Her tür yararlı faaliyete son vermek
-Gecelerini televizyon izleyerek, gündüzlerini uyuyarak geçirmek
-Gününü zoraki boş geçirmek de Müslümanca değildir.
Çağdaş yaşam tarzını oluşturanlar, bu tarzı oluştururken Kur’an ve Sünneti esas almadılar hatta çoğu zaman Kur’an ve Sünnete tam aykırı bir yaşam tarzı geliştirdiler.
Onların dayattığını helal-haram, faydalı-zararlı ölçüsüyle tahlil etmeden gerekli görmek, hoş görmek, normal görmek Müslümanca bir tutum değildir. Onların hayat tarzlarını tasvip edenler, asla halis bir Müslüman olamaz.
Müslümanın çalışması gibi dinlenmesi de İslamî olmalıdır. Müslüman, İslam’ın esaslarına göre çalışır, İslam’ın esaslarına göre dinlenir. İslam’ın esaslarını dikkate alarak haram işlerde çalışmamak ama o işlerin tatilinde haram bir dinlenmeyi seçmek ağır bir çelişkidir, farkında olmadan çağın zihniyetine tabi olmaktır. Müslüman, bu zihniyeti tanımak ve ona karşı durmak zorundadır.
İş ve okul izinleriyle şükür gerektiren ekonomik koşulların sağladığı mekân değişiklikleri, Müslümanın ilmini, zikrini, akraba ziyareti gibi hasenatlarını artırması, iş ortamında zarar gören sıhhatini yeniden bulması için fırsattır.
Salih amelin tatili olmaz ama tatil, salih amelleri artırmak ya da salih amellere hazırlanmak için değerlendirilebilir. Müslüman iş arası verebilir, iş arası vermelidir de ama Müslüman haramlardan sakınmaya ara veremez.
Nihayetinde hepimiz huzura çağrılacağız ve yaptıklarımızdan sorulacağız.
“Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı, içindekileri dışarıya çıkarıp attığı ve insan, "Ona ne oluyor?" dediği zaman,
İşte o gün, yer, kendi haberlerini anlatır.
Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir.
O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır.
Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir.
Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” (Zilzal Suresi)
10. İçimizdeki Düşman (Ya da Nefsimiz)
Beşer, ilahî emirlerle bağını kopararak yeryüzündeki hâkimiyetini perçinledikçe farklı bir tapıcılık türü de kapsam alanını genişletiyor: Nefse tapıcılık.
Nefis, hiçbir zaman bu çağda olduğu kadar yüceltilmemiş, kutsanmamış, müstekbir egemenlerin hizmetine girmemişti.
Geçmişin dünyasında mü’min, şeytanla uğraşırdı; bugün insan şeytanlaştı; mü’min daha çok şeytanın dostları ile uğraşıyor.
Nefis, bu çağda, mü’minin içinde, şeytanın dostlarının bilerek yakınlık kurdukları bir işbirlikçi haline geldi.
Geçmişte, şeytanın dostlarının mü’minin nefsini işbirliğine çağırmaları istisna bir durumdu. Öncülere, kendilerinden istihbarat alınmak istenen kimi savaş esirlerine yapılırdı işbirliği teklifi… Dolayısıyla teklifin karşısındakiler, teklifin çekiciliğine karşı direnecek donanıma sahiptiler. Onların azı aldanır, çoğu direnişiyle tarihe geçerdi.
Bugünün dünyasında bütün mü’minlerin nefsine ayrı ayrı teklif var. Her nefse uygun öneriler var.
Günah, düşmanın elinde siyasi bir araca dönüştü. Günaha teşvik, çağın savaşında şeytanın dostlarının başlı başına bir silahı haline geldi. İnsanın içindeki değerleri öldürme konusunda sınır tanımayan bir savaş… Bütün iyilikleri katletmeye, iyilik katliamı yapmaya adeta yeminli bir düşmanın vicdanına kalmış bir savaş…
Geçmişte sadece belli şahısların nefisleri için “tatmin olma umudu” oluşturulur. Onlara nefsin asla tatmin olmayacağı, asla doymayacağı unutturulur ve onlara her renkten kötülük yaptırılırdı.
Günümüzde, her ferdin nefsine “tatmin olma umudu” veriliyor. Kişiye nefsini tatmin etme umudu verilerek onun “çağdaş dünya”ya ayak uydurması isteniyor. Bu, bolluk içinde bolca günah işletebilme vaadidir. Bu, celladın maaşını artırarak ona daha çok katl yaptırma misali, günahları artırarak nefse daha çok kötülük yaptırma vaadidir. Buna karşı nefisten istenen sahibini egemen müstekbirler önünde zelil etmesi, onun iradesini gevşetmesi, müstekbirlere boyun eğdirmesi, onların işini bozmaması, hayır yetmez, onların kötülükleri için asker olması, yeteneğine göre onların köpeği veya eşeği olmasıdır. Ya köpek ya da eşek… Çağın şeytanlarının nefsi kullanarak insanı sürükledikleri iki hâl. Ya küfür için çalışan bir savaşçı olmak ya da küfrün yükünü taşımak.
Bu, korkunç bir işbirliğidir. Bu, nefsin şeytanlaşarak şeytanın dostlarının hizmetinde düştüğü en derin dehşet çukurudur.
Nefis, asla tatmin olmayacak. Ama tatmin olma vaadiyle coşacak, sarhoşlaşacak ve sahibini köpekleştirme ya da eşekleştirme karşılığında her tür rezalete bulaşacaktır. Bu, rezalet karşılığında, yine rezaletin satın alınmasıdır. Tam anlamıyla hüsrandır, heva uğruna yapılmış akıldan uzak, arzu işi bir ticarettir.
Bu, çağı tasarlayanların içimizdeki düşmanla geliştirdikleri bir ilişki tarzıdır.
Nefis, artık sadece günaha meyleden nefis değildir; çağa hükmedenlerin bağrımızda besledikleri işbirlikçi bir haindir.
Nefis, artık sadece günaha meyleden nefis değildir; iç dünyamızda şeytan için çalışan bir karakoldur.
Nefis, artık sadece günaha meyleden nefis değildir; rezaletleri uğruna bizi satan bir köle tüccarıdır.
Ahir zaman yol aldıkça İslam’ın hakikati daha da beyan oluyor. “El aman nefsin elinden!” diye inleyen Ehlullahın inleyişi en çok bugün, bu haince işbirliği karşısında anlaşılıyor.
Her Şey Nefis İçin!
Nefsimizle işbirliği yapmanın gözle görülür, elle tutulur neticelerini gören şeytanın muasır dostları, çağın sınır tanımaz müstekbirleri her şeyi nefsi elde etmeye göre tasarlıyor. Bu asırda her ne söylenirse söylensin, her ne üretilirse üretilsin, öncelikle onun nefse uyup uymayacağına, nefsin tatmin olma umudunu artırıp artırmayacağına bakılıyor. Nefsin tatmin olma umudunu artıran her şey “gerekli”, nefsin keyfini bozacak her şey “zararlı” diye kodlanıyor.
“Faydalı oldu mu?” sözü çoktan mezara gömüldü; onun yerine “Hoşunuza gitti mi?” sözü taht kurdu.
Nefis, “can”la özdeşleştiriliyor; nefse tapmakla hayatta olmak bir tutuluyor bu çağda. Nefse tapıcılık insanlığın en yaygın dini haline geliyor. Küçük ve zavallı fertte “Canım neyi isterse onu yaparım” havası oluşturuluyor. Onda bu umut icat ediliyor. Bu icada kapılan insan, nefsi için canını veriyor. Can diye kendisine hizmet ettiğini, kendisini tatmin etme vazifesini icra ettiğini sanıyor. Umudun zirvesine çıktığında onun doruk değil, “çukur” olduğunu görüyor, doruğa çıkma vaadiyle çukurlara atıldığını fark ediyor; “her şey boşmuş” diyerek, “boş”la yalanı kastederek canına kıyıyor, kendini katlediyor. Öylesine uyuştu ki beynimiz, nefsin tasallutu altında öylesine etkisizleşti ki aklımız her gün “köprüden atladı”, “kafasına kurşun sıktı”, “kendini tavana astı” haberleriyle bu gerçeği duyuyor ama fehmetmiyoruz.
Aman Nefsin Keyfi Bozulmasın!
Hakikati görüyoruz. Hakikati anlıyoruz. Ama anlatma hususunda nefsperet davranıyoruz. Muhatabımız, hakikati bizden duyarsa bize bozulur da nefsimizin keyfi kaçar diye endişe ediyoruz, kötülüklerden alıkoymak yerine kötülükleri seyrediyoruz, kötülüklerin dedikodusunu yapıyoruz. Zenginin malı, züğürdün çenesi misali, iyiliklerimizi artırmak yerine kötülüklerden bahisle vakit öldürüyoruz. Bunun için, her gün Asr veciz süresini okuduğumuz halde asrı anlayamıyoruz, asrı yakalayamıyoruz, asra hükmedemiyoruz, asrın peşinden sürükleniyoruz.
Bir cesaret bulup da anlatsak, nefsimizi bastırıp da hakikati söylesek muhatabımız “Ağzımızın tadını kaçırıverdin”, “Yaşam sevincimizi öldürdün”, “Hayat varken kalkıp ölümden söz ettin” diye tepki gösteriverir de sus pus olur, lisanı hâlimizle “Aman ha nefsin keyfi bozulmasın” korosuna katılıverir, işte o an biz de nefsperestler ordusuna dâhil olur, nefsine hizmet edenlerin sınıfına katılıverir, müstekbir egemenlerin, şeytanın dostlarının varlığını sürdürme emeline katkı veririz.
Bu çağda nefsin keyfini bozan, eski çağlarda putları kıran İbrahim gibi ateşe atılır, Firavunlara “Yeter!” diyen Musa gibi sürülür, İsa gibi çarmıha gerilmeye kalkışılır. Bunu biliriz, bunun için “Aman nefsin keyfi bozulmasın” der, içimizdeki doyumsuz işbirlikçi haini tatmin etmek için zelil olmayı, köle olmayı, kula kul olmayı seçeriz.
Ey “El eman nefsin elinden!” diyen çağlar öncesinin Ehlullahı, bizde “El eman” diyecek hâl dahi yok…
Nefsin Hâli ve Nefisle Mücadelenin Gerekliliği
Nefsin galebe çalma sürecinin başlaması, temel ihtiyaçların karşılanmasından sonra gelir. İnsan aç iken sadece doymayı düşünür; açlık hâlinde nefis en zayıf hâldedir. Bunun için zor süreçlerde Müslümanlar nefisle mücadeleden söz etmemişlerdir.
Mücadele bir ihtiyaca binaen olursa toplumsal zemine oturur ve kabul görür. Müslümanlar aç durumdayken, sıkıntı içindeyken nefisle mücadele hususu gündeme gelse bile pek ilgi görmemiştir.
Geçen yüzyılın başında nefisle mücadeleyi küçümseyen görüşlerin Vehabilik çerçevesinde ilgi görmesinin nedeni de Müslümanların o dönemde güç durumda olmalarıdır. Müslümanlar, vahiyle bağlarının zayıf olduğu, bu yüzden hayata yaşadıklarıyla baktıkları o dönemde nefisle mücadele etmenin neredeyse bidat olduğuna inanmışlardır. Oysa bugün özellikle Vehabiliğin etkili olduğu alanlarda zahiri bütün şer’i tedbirler alınmasına rağmen kasvetli bir nefis problemi vardır. Yerel basın ve dünya basını her gün oralarda prenslerin nefislerinin elinden çektikleri ile o uğurda müptela oldukları rezaletlerle çalkalanıyor.
Oralarda yıllarca “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” hadis-i şerifiyle alay edenler, hiçbir zaman fiili cihada da başlamadılar. Zira bu nefis çağında, nefsi ile baş edemeyenlerin cihad etmesi de mümkün değildir. Şimdi bizzat oralarda yeniden nefisle mücadele ile ilgili hadis-i şerifler gündeme geliyor. İmam Kuşeyrî ve İmam-ı Gazali gibi isimlerin eserleri ilgi görmeye başlıyor.
Nefisle mücadele bir gereklilik ama en çok bolluğun olduğu dönemlerde bir gerekliliktir. Aç bir beden, sadece açlığını gidermeyi düşünür; aç bir bedenin nefsi ise ondan daha fazlasını ister. Beden, fizikidir; kapasitesi sınırlıdır, doyunca yeter demek durumundadır; nefis ise manevidir; nefis için kapasite yoktur, doyum yoktur. Aldıkça daha fazlasını ister ve isteği karşılandıkça sahibini daha çok zelil eder.
Bugün nefsin isteklerine karşılık bulma zemini açıktır. Nefis, bu zemini genişletmek için uğraşır. Şeytanın dostları bunun farkındadır. Bütün imkânları ile bu zemini büyütmek için uğraşıyorlar. O zemini reklam ediyorlar. Kralından, prensinden dağ başında koyunlarını otlatan çobana kadar, iletişim imkânları üzerinden “tatmin olma” sevdası oluşturuyorlar. Kralın sarayındaki prens gibi, dağ başında koyunlarını otlatan çoban da nefsini tatmin etme sevdasına kapılabiliyor, arzularının peşinde koşarken rezaletle yüz yüze kalabiliyor.
Böyle bir çağda nefisle mücadeleyi ihmal etmek, bizzat vahyi ihmal etmek olur.
Nefisle Mücadelede Oyuna Gelmek
Bununla birlikte çağın şeytanlarının Müslümanları kendi nefisleri ile mücadelede tepinme durumunda bırakma oyunu vardır: Şeytanın dostları, nefsi azdıran yolları genişletecek; mü’minler o yolları kapatmakla uğraşmaktan şeytanın dostları ile uğraşmaya zaman bulamayacak. Hile budur.
Bu şeytanî hileye karşı yol, Allah’ın Resulü’nün (salat ve selam üzerine olsun) üzerinde olduğu yoldur. Zühd, Allah’ın Resulü’nü şeytanın dostları ile mücadele etmekten
alıkoymazdı. Onun eshabı (Allah cümlesinden razı olsun) da bu sünnet üzerinde idiler.
İbn-i Kesir’in El Kamil Fi’t Tarih adlı eserinde aktardığına göre, Yermük Savaşı’nda yaşlı bir Bizanslı, Herakliyus`a sahabenin zaferini sağlayan etkenleri şöyle aktarıyor:
“Çünkü onlar gece namaz kılıyor, gündüz oruç tutuyor, ahde vefa gösteriyor, iyiliği emrediyor, kötülükten men ediyor, kendi aralarında insafla hareket ediyorlar.”
İbn-i Kesir, İslam’ın ikinci Bedri olarak
bilinen o büyük zaferin kahramanları ile ilgili bilgileri aktarmaya devam ediyor:
“Velid b. Müslim, Yahya b. Yakıya el-Gassanî’nin, kendi kavminden olan iki kişiden söz ederken onların şöyle dediklerini riva¬yet ediyor: ‘Müslümanlar, Ürdün taraflarına indiklerinde kendi ara¬mızda dedik ki: Şam artık kuşatma altına alınmıştır. Orası elden gitmeden oraya gidelim de biraz alışveriş yapalım.
Biz bu amaçla Şam`a gittiğimizde oranın komutanı haber gönderip bizi yanına çağırttı. Biz de yanına gittik. Bize şöyle sordu:
– Siz Araplardan mısınız?
– Evet.
– Hristiyan mısınız?
– Evet.
– İkinizden biri gitsin de şu kavim (Müslümanlar) hakkında araş¬tırma yapsın. Onların ne düşündüklerini anlasın. Biriniz bu araştırma¬yı yapmaya giderken diğeriniz de onun eşyasının başında beklesin.
Bize söyleneni yaptık. Araştırma yapan arkadaşımız dönüp geldikten sonra Şam`ın kumandanına şöyle dedi:
– Nezaketli, atlara binen, gece abid, gündüz mücahid ve süvari olan adamların yanından geldim. Onlar oku atar, hedefine isabet ettirir, mızrağı maharetle fırlatırlar. Meclislerinde oturduğunda arkadaşına bir şeyler söylediğin zaman onlar seslerini Kur`ân ve zikirle yükselttik¬lerinden dolayı, arkadaşın, söylediğin sözü işitemez.
Arkadaşımın böyle demesi üzerine Şam`ın komutanı, meclisinde bulunan adamlarına dönüp şöyle dedi:
– Bu adam, kendilerine karşı koyamayacağımız kimselerin yanından gel¬miştir.”
Yol, işte budur. İmam-ı Gazali Hazretlerinin Müslümanların korkunç bir varlık içinde uyuştukları bir dönemde ihya etmek istediği reçete de budur. Onun ihya gayretiyle İslam toplumu kendisini neredeyse 700 yıl küfrün hücumlarından kurtaracak yolu buldu.
İçinde bulunduğumuz fetret döneminden kurtulmak için de reçete budur: Ne nefse teslim olmak ne de nefisle mücadele adı altında nefsi kışkırtan küfürle, nefsi azdıran şeytanın dostları ile mücadeleyi terk etmek…
11. Allah’a Kullukta Emekli Olmak Yoktur
Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd b. Küleyb el-Ensârî Hazretleri… Bilinen adıyla Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri… Ta Medine-i Münevvere’den yola çıkıp İstanbul surları önüne geldiğinde 90’lı yaşlardaydı.
Türkiye’de zorunlu emeklilik yaşının altmış beş olduğu düşünülürse Ebû Eyyûb gibi Allah ve Peygamber dostlarının yüce Allah’a hizmet yolunda isteğe bağlı emeklilik bir yana, zorunlu emekliliği dahi bilmedikleri anlaşılıyor.
Ebû Eyyûb Hazretleri, Türkiye koşullarında zorunlu olarak emekli olacağı, yani artık istese de hizmete devam edemeyeceği yaşın yaklaşık üçte biri oranında daha çok çalışmış. Zorunlu emeklilik çağı gelmişken neredeyse bir memurun toplam memuriyet suresi kadar daha Allah (cc) yolunda memuriyete devam etmiştir.
Burada bir dergâhı açık tutmak için orada bulunmak anlamındaki bir hizmetten ya da zaman zaman kürsüye çıkıp vaaz etme hizmetinden söz etmiyoruz. Allah (cc) yolunda savaştan söz ediyoruz. Beden gücü isteyen, gençlik enerjisi isteyen bir hizmeti konuşuyoruz.
Normali aşan bir azim olmazsa bir insanın at sırtında üç yüz metre gidemeyeceği bir yaşta, Ebû Eyyûb Hazretleri at sırtında ve gemilerde binlerce kilometre yol almış ve ta İstanbul surlarının yanı başına kavuşmuştur.
Onun gibi daha nice sahabi vardı. Yaş, onları Allah (cc) yolunda hizmet etmekten alıkoymazdı.
Onlar, 100’lü yaşlara tırmanırken kendilerinde Allah (cc) yolunda cihad azmi bulurlardı. Bu azim nereden geliyordu?
Allah’ın ayetlerine bağlılıktan, Hz. Muhammed Mustafa salallahü aleyhi vesellem’in yolunda yürüme sevgisinden…
Yüce Allah (cc) buyuruyor:
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
“Sana ölüm gelip çatıncaya kadar Rabbine ibadet et!” (Hicr Suresi 99)
Allah Resulü salallahu aleyhi vesellem, son nefesine kadar Allah (cc) yolunda hizmet ettiği gibi sahabe de son nefesine kadar Allah (cc)’ın yolundan ayrılmadı, ayrılma yoluna gitmedi. Bu yönde kendilerine bir teklifte bulunulsa “Siz yaşlandınız, artık bırakın!” dense Allah (cc) bilir ama muhtemelen bundan dolayı çok üzülürlerdi.
Onlar, sorumluluk için son nokta olarak, son nefesi görüyorlardı, kendi biyolojilerine teslim olmazlar, biyolojilerinin (bedenlerinin) emri altına girmezler, biyolojilerini (bedenlerini) kendi emirleri altında tutarlar, bedenlerine azimle ona daha çok yüklenir, onunla daha çok yol almaya çalışırlardı.
İnsan, biyolojisine teslim oldukça hilafet görevinden, iradesini kullanma sorumluluğundan uzaklaşır, yüce Allah’ın kendisine yüklediği insanlıktan kopar. Onlar, insanlığın en üst noktasına çıkmışlar, biyolojilerinden, bedenlerinin ağırlığından, bedenlerinin kendilerine yüklediği yükten uzaklaşmışlar, nuranî bir hâli yakalayarak fizikî yapılarını aşan yüklerin altına girmişlerdi.
Onları büyük insan yapan budur. Zira insan, bedenine hapsoldukça küçülür, bedeninden daha yücelere çıktıkça büyür. İnsan dışındaki varlıklar, fiziklerine mahkûmdurlar. Yüce Allah sadece insana fiziğini aşma yeteneği vermiş. Ebû Eyyûb radiyallahü anh gibi büyükler, bunu kavramış ve fiziklerine teslim olmayı, fizikleri ölçüsünde hizmet etmeyi reddetmişler, fiziklerini zorlamayı, onun ağrılarına ve ağırlığına rağmen yol almayı gerekli görmüşlerdi.
Buna tam zıt bir hâl düşünelim…
Henüz beden sağlam iken… Henüz yol alma imkânı varken… Henüz fizikî hiçbir engel yok iken… Ve hizmet de at sırtında binlerce kilometre yol almak değilken… Kişinin, Allah (cc) muhafaza buyursun, kendi kendisine bir karara varıp “Ben artık Allah (cc) yolunda yürümekten kendimi emekli ettim, ben yeteri kadar koştum, benim yapacağımı gençler yapsın!” demesi ve kendisini Allah (cc) yolunda yürümekten uzak tutması…
Bu, kendini kendi eliyle tehlikeye atmak değil de nedir? Buوَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ َ Ayet-i Kerimesi’nin emrine muhalefet etmekten başka nasıl anlaşılır?
“Ebu Îmran, Eşlem (b. Yezid)`den; demiştir ki: “Biz İstanbul’u kast ederek Medine`den savaşa çıktık. Cemaatin başında Abdurrahman b. Halid b. el-Velid vardı. Rum (askerleri) sırtlarını (İstanbul) şehrin(in) surlarına dayamışlardı. Derken (bizden) bir adam (tek başına) düşmana saldır(ıp düşman safları arasına dal)dı. Bunun üzerine halk ‘Vazgeç, vazgeç! Lâilahe illallah kendi elleriyle kendini tehlikeye atıyor!’ diye feryada başladı. (Bunu gören) Ebû Eyyûb (el-Ensârî) dedi ki: ‘Bu âyet biz Ensâr topluluğu hakkında indi. (Yüce) Allah Peygamberi (Muhammed) (salallahü aleyhi vesellem)e yardım edip İslâmiyet’e destek olunca (kendi kendimize); ‘Haydi gelin mallarımızın başında duralım, onları düzene koyalım’ demiştik. Bunun üzerine Yüce Allah, ‘Allah yolunda sarf ediniz de kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız!’ (mealindeki âyet-i kerimeyi) indirdi. (Kendi) eller(imiz)le kendimizi tehlikeye atmak (demek), mallarımızın başında onları düzene koymakla uğraşmamız ve cihâdı terk etmemiz (demek)tir.’
Ebu İmran dedi ki: Ebû Eyyûb (şehid olup da) İstanbul`a defnedilinceye kadar cihada devam etti.” (Tirmizî)
Henüz beden sağlam iken… Henüz yol alma imkânı var iken..Henüz fizikî hiçbir engel yok iken… Ve hizmet de at sırtında binlerce kilometre yol almak değil iken… Kişinin, Allah (cc) muhafaza buyursun, kendi kendisine bir karara varıp “Ben artık Allah (cc) yolunda yürümekten kendimi emekli ettim, ben yeteri kadar koştum, benim yapacağımı gençler yapsın!” demesi ve kendisini Allah (cc) yolunda yürümekten uzak tutması…
Bu, kişinin biyolojisine, fizikî koşullarına değil, bizzat nefsine teslim olması, nefsine kul köle olmasıdır.
Burada bir isyan vardır. Allah (cc) güç vermişken kendini güçsüz görme vardır. Allah (cc) sorumluluk yüklemişken ondan kaçış vardır.
Bedene teslim olmak, fizikî koşullara göre davranmaya kalkışmak bundan öte bir şeydir. Kişinin hakikaten yaşlanmışken yaşlılığına, yaşlılığın sebep olduğu zorluklara teslim olmasıdır bedene teslim olmak. Burada ise tam anlamıyla nefse teslim olmak, nefsin rehavet isteğine boyun eğmek vardır.
Ebû Eyyûb radiyallahü anhü gibi, Allah (cc) ve Peygamberinin salallahü aleyhi vesellem dostları, bundan kaçınmışlardı. Bunu tehlikeli görmüşlerdi.
Henüz bedenleri sağlam iken… Henüz yol alma imkânları var iken… Henüz fizikî hiçbir engelleri yok iken… Allah yolunda hizmetten kaçmak mı? Haşa… Onlar, Rasulullah salallahu aleyhi vesellem’e yol arkadaşı olmuşken, Kur’an-ı Kerim’in manasını bizzat Ondan öğrenmişken bunu nasıl düşünürlerdi? Bunu yapan biri hakkında neler düşünmezlerdi?
Yüce Allah (cc) buyuruyor:
“Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
Yükünü senden alıp atmadık mı?
O senin belini büken yükü.
Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?
Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.
Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.
Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul,
Yalnız Rabbine yönel.” (İnşirah Suresi)
Mesrûk radiyallahü anhü anlatıyor: “Hz. Aişe radiyallahü anha`ya sordum: ‘Rasullullah salallahu aleyhi vesellem’e göre hangi amel efdaldir?’ Bana: ‘Devamlı olan!’diye cevap verdi. Ben tekrar: ‘Gecenin hangi vaktinde kalkardı?’ dedim. ‘Bağıranı -yani horozu- işittiği zaman kalkardı!’ diye cevap verdi.” (Buharî)
Hayatta başarının yolu insanlığa böyle öğretilmiştir: İnşirah Sûresinde buyrulduğu gibi zamanın tamamını doldurmak ve hadis-i şerif’te buyrulduğu gibi amelleri sürdürmek… Günlük zaman dolu dolu geçecek ve işler ömür boyunca devam edecek… Buna yoğun ve sürekli çalışma denir.
Hele bu çağda, İslâm’ın dört yandan hücum altında olduğu bu seferberlik zamanında… Hizmetin sürekliliğini yaşlılık gerekçesiyle kesmek… Kendi kendine hüküm verip mirasını devreder gibi hizmetini devretmeye kalkışmak, amel defterini kendi öz elleriyle dürmek…
İnsan şüphesiz ki imtihandadır.
Ve imtihanlardaki en kötü kayıp, talebenin tam başarı puanıyla bitireceği bir imtihanı son anda terk ederek kaybetmesidir. Kendisini son anda hükmen yenilgiye uğratmasıdır.
Rabbim akibetimizi hayr buyursun…
12. Kurumsallaşmak
Hayat, baştanbaşa kurumlardan ibarettir. Bu kurumların bir kısmı (aile, kabile gibi) tabiidir, fıtridir, insanın sosyal bir varlık olmasının tabii bir gerekliliğidir. Bir kısmı ise devlet, ordu, parti, dermek gibi yapaydır; iradidir, insan girişimlerinin birer neticesidir.
Cahiliye dönemi toplumunda tabii kurumlar vardı ve hatta önemli bir kesim bugünden de güçlüydü. Aile vardı, akrabalık bağları çok önemsenirdi. Ama iradi (üretilmiş) kurum neredeyse yoktu.
Mescit olarak tek yer Kâ’be ve çevresiydi. Uzak veya yakın herhangi bir kabilenin mescidi yoktu.
Resulullah (S. A. S.), Medine’ye hicret ederken daha yol esnasında Kuba Mescidi’ni inşa etti.
Kuba Mescidi, İslam’ın ilk kurumudur. Bu kurumun inşası fiili bir ilan gibidir: İslam, kurumlaşma konusunda cahiliyeden farklıdır. İslam’ın ana kurumu mescid bir tane olmayacak. Müslümanların bulunduğu her noktada mescid inşa edilecektir. Bu yönüyle Kuba Mescidi’nin Mescid-i Nebevvi’den de önce inşa olması ayrıca üzerinde durulmaya değer bir husustur. Resulullah (S. A. S.), henüz yerleşeceği mekânda bir mescid inşa etmeden çevresi için inşa etti. Kurumlaşma, İslam toplumu için o kadar önemli ve o kadar acil bir ihtiyaçtır ki bu alanda hiyerarşi önemsenmemiş, ihtiyaca hemen karşılık verme esası dikkate alınmıştır.
Resulullah (S. A. S.), Medine’ye vardığında yaptığı ilk iş, yine Mescid’in inşasıdır. Önce Mescid, sonra mekân… Nitekim bu sünnet fetihler esnasında hep dikkate alınmış, fethedilen şehirlerde varsa bir kilise camiye çevrilmiş ve yanı başında fetih sembolü olarak yeni bir mescid inşa edilmiş, şehir o mescidler etrafında şekillenmiştir.
Medine’de Resulullah’ın (S. A. S.) Mescidinin yanı başında sahabelerin kaldığı ve eğitim gördüğü odalar inşa edildi.
Mekke ve Medine tarihinde ilk kez böyle bir mekân inşa ediliyordu. Daha önce misafir, evlerde kalır; eğitim, hocanın evinde veya açık bir alanda yapılırdı.
Belki bunu anlamakta en çok zorlananlar, Bedevilerdi. Bu, onların hayal gücünü aşıyordu. Resulullah’a (S. A. S.) karşı koyma cesareti bulsalardı belki suffeleri yıkarlardı.
Bugün de kurum karşıtlığı o Bedevi cahilliğin ürünüdür. Bedeviler binlerce yıl çöllerde yaşar ama kalıcı tek bir eser bırakmazlar. Kurum olmak, kalıcılaşmak demektir. Bedevi için, kalıcı olmak esarettir. O, çadırını sırtına alıp yer değiştirmek ister. Oysa kurumu olmayanın yol alması mümkün değildir. Bedevi, hep yer değiştirdiğini zanneder oysa onun bulunduğu alan neredeyse hep aynıdır.
Kurum karşıtlığını, muvahhid olmak zanneden Haricilik, Bedeviliğin yansımasıdır. Harici, kendisinin “en farklı, tek farklı” olduğunu zanneder, farklılıktan keyif alır, hatta öylesine keyif alır ki kendisiyle aynı dini paylaşanların çokluğundan bile rahatsız olur, sürekli tekfirle kendisine benzeyenlerin sayısını azaltma yoluna gider. Zira Bedevilikte esas olan kabilenin bütün kabilelerden farklı olmasıdır. Kabile, farklı ise kabiledir. Bedevi, kabilesinin farklı olduğunu zanneder oysa kabilesi diğer kabilelerden bir kabiledir.
Değişim irade gerektirir, kurum oluşturmayanın iradesi zayıftır. Bedevi iradesini gelenekten, alıştığı tutumlardan yana tatil etmiş. Onda irade olmadığı için kurum da yoktur.
Hz. Ömer (ra), Bedevi ahlaka en uzak önderlerdendi. Onun döneminde İslam daha da kurumlaştı. Hazine, ordu gibi kurumlar oluştu. Vahyin pek çok hususta re’yine muvafık indiği o büyük sahabe, “başkasına benzeme” endişesini elbette önemsedi. Ama başkasına benzeme endişesini doğru olandan sapmaya dönüştürmedi. İslam, bir denge dinidir. Her alanda ilahi bir dengeye sahiptir. Başkasına benzemek yanlıştır. Ama başkasına benzeme endişesiyle doğruyu terk etmek daha büyük yanlıştır. Denge, başkasına benzemeyi bir amaç haline getirmemek ama başkasına benzeme endişesiyle de doğruyu terk etmemektir. Hz. Ömer (ra), adaletin simgesidir. Adalet dengedir. Bedevi cahil, adaletten uzaktır. Ya ifrattadır ya tefritte. Ya düşmana boyun eğer, onun kulu olur, onun hesabına bizzat kendi kardeşine saldırır ya da düşmandan farklı olma adına düşmanın kullandığı hiçbir şeyi kullanmaz. Düşmanın kullandığını kullanmayı, kabile için aşağılayıcı görür.
İslam kurumsuzlukla değil, kurumlarını İslamî olarak oluşturmakla küfürden farklıdır. Resulullah (S.A.S.), madem Hıristiyan’ın kilisesi var, Yahudi’nin havrası var. Bizim dinimizin ibadet yeri olmasın, demedi. Mescidi inşa etti, sabitlemedi. Zira Allah (cc) hem mescid inşa etmeyi emretmiş hem de yeryüzünü mü’minler için mescid kılmıştır. Bu ilahi bir belirlemedir. Bunu anlamak tefekkür gerektirir. Bedevi, Resulullah’ın (S. A. S.) dergâhına izin isteyerek girmenin hikmetini anlamadığı gibi bu farkı anlamakta da güçlük çekiyor. O düşmana benzememe adına, kurum karşıtlığı yaparken düşmanın oyuncağına dönüşüyor.
Müslümanlar, güçlendikçe kurumlarını büyüttüler. Dünyanın en büyük gücü olarak dünyanın en büyük eğitim kurumlarını, en büyük kütüphanelerini, en gelişmiş hastanelerini, en güçlü ordularını inşa ettiler.
Nihayet, kibre kapıldılar, yeryüzünde kendilerini yenebilecek hiçbir gücün kalmadığına inandılar. İnşayı gereksiz buldular. Olanla yetindiler.
Hayatta durgunluk yoktur. Durgun olan yıpranır, çürür, kokuşur; çevreyi rahatsız eder.
Müslümanları geri bırakan, medrese, hankah (tekke), rasathane değil; bu kurumların en üst noktaya varıldığı inancıyla ihmal edilmesi, durması, gerilemesi, sorun çözemez duruma düşmesi ve nihayet güç kaynağı olacağına güç kaybettirmesidir.
Çözüm bunlara düşmanlık ederek kurumsuzlaşmak değil (bu, İngilizler başta olmak üzere düşmanın Arap yarımadasındaki Müslümanlara aşıladığı şeytani bir eğilimdir); bu kurumların ihya edilmesi ya da onların yerine yeni kurumların inşa edilmesidir.
Resulullah’ın (S. A. S.) ve Onun pâk sahabesinin yolu yıkmaktan keyif almak değil, ihya ederek ilahi rızaya ulaşmaya çalışmaktır.
“Sosyal (tabii) kurumların keşfedildiği ve üretilmiş kurumlarla bu tabii kurumların yönlendirilmeye çalışıldığı bir çağda yaşıyoruz.
Modern dünyada üretilmiş kurumlar, toplumun tabii kurumlarına karşı savaş veriyor. Toplumdaki mutsuzluğun kaynağında bu savaş vardır. Toplumsal mutluluğa ulaşmak; bu savaşa son vererek, üretilmiş kurumlarla tabii kurumlar arasında bir uyum oluşturmak, tabii kurumları, üretilmiş kurumlarla desteklemek, üretilmiş kurumları tabii kurumların hizmetine vermekle mümkündür.
Din, bütün insanî değerlerin, üstünlüklerin, hukukun, adaletin temelini oluşturan en büyük tabii kurum, en büyük toplumsal varlıktır.
Mutsuzluk, insan eliyle üretilen kurumların (organizasyonların, teşkilatların) dinle çatışmasından kaynaklanıyor. Bu, toplumsal bir ikilik doğuruyor, bunalıma yol açıyor.
Mutluluğa giden yol, insan eliyle üretilen kurumları İslam’ın hizmetine vermekten, böylece depresyona yol açan ikili yapıyı, çatışmayı ortadan kaldırmaktan geçiyor.
Toplumla din arasındaki bağ zayıflamış, bunun nedeni, İslam’ın zayıf olması, çağın ihtiyaçlarını karşılamaması değil; bilgi eksikliğinin, şuur eksikliğinin İslam’a bağlılığı zayıflatması, kurum eksikliğinin o bağı korumasız bırakması, etkinlik (faaliyet) eksikliğinin o bağı unutturup etkisizleştirmesidir.
İslam, değer kaynağıdır. Değerleri canlandırmanın, tahrip olan toplumsal inancı yeniden inşa etmenin yolu şudur:
1. Toplumu değerler konusunda bilgilendirmek
2. Bu bilgileri, anlaşılır bir dil ve iletişimi sağlayan teknik araçlarla çokça tekrarlayarak toplumu onlar üzerinde düşündürmek, böylece bilgiyi şuura dönüştürmek.
3. Değerleri yaşamak, değerlere hayat içinde işlerlik kazandırmak
4. Değerleri yaşatacak kurumlar oluşturmak
5. Bu kurumların faaliyetleriyle toplumsal hafızayı değerler konusunda sürekli canlı tutmak
Her adımı kurumlaşmış bir hayat tarzına karşı kurumsuz bir direniş göstermek, Batılı bir tasvirle Don Kişot’luktur; cahillik değilse modern bir kültür serseriliğidir. 19. Yüzyıl sonu Batı’sının ve 20. Yüzyılın başı Türkiye’sinin kimi bohem şairlerine özgü bir serserilik…
Serserilerin sözüne katlanmak, onlara karşı toplumsal bir lütuftur. Onların sözünü ciddiye almak ise toplumsal bir felaket… Köprü altlarında, otel odalarında fikir serseriliği içinde ölüp giden o bilgi küpü tiplerin İslamî versiyonlarının söylediklerini “söz” diye kabul etmek için hiçbir neden yoktur. Nihayet, kendilerinden bazıları da veya onları değerlendiren nice eleştirmen de onların bazen şiir, bazen nesir olarak yazdıklarını bilinçaltından gelen bir tür “saçmalama” olarak kabul etmiştir.
Kurumlaşmaya karşı çıkmak, anarşizmdir. Fikir serseriliğinin eylem biçimi olan anarşizm, yıkıcılık akımıdır; toplumu ve bireyleri birbirine bağlayan her şeye karşı çıkma saplantısıdır. Müslüman, sosyalist veya kapitalist olamayacağı gibi anarşist de olamaz.
KURUMLAŞMAK AİTLİK DUYGUSUYLA BAŞLAR
Modern dünyada kurumlaşmak, devlet ve ticarette Batı’da Max Weber’in esaslarını belirlediği ve Japon şirketleri yönetim biçimiyle yenilenen bir organizasyon ise de toplumsal açıdan Şeyh Halid-i Bağdadi ve benzeri İslam mutasavvuflarının yaptıklarının hayatın geneline uyarlanmasıdır.
Şeyh Halid’in bir tabisi, her nerede olursa olsun,
1. Kendisini Şeyh Halid’in oluşturduğu yapıya ait hisseder.
2. Bulunduğu yerde o yapıya benzer bir yapı oluşturmak için harekete geçmeyi vecibe bilir.
3. Bulunduğu yerin toplumsal koşullarını dikkate almakla birlikte yeni bir şey icat etmeye kalkışmaz, ait olduğu ana yapıyı inanç, hedef, söz, davranış, giyim, fiziki mekân (bina ve müştemilatı) hatta yemek bakımından kendi ortamına taşırdı.
Böylece inanç (akide) birliği, hedef birliği, söz birliği, davranış birliği, giyim birliği, fiziki mekân birliği, yemek yiyiş tarzı birliği üzerinden o yerde bir hayat disiplini oluşur, ait olduğu asıl hayat disiplininin bir şubesi olurdu.
Bu, bütün tasavvuf yapılarının kurumlaşma biçimidir. Şirket, dernek, siyasi partiler gibi modern Batı kurumlaşması pek çok yönüyle bu yapıların kurumlaşma biçiminin ticaret ve siyaset hayatına uyarlanmasından ibarettir.
Kurumlaşmak, bir yapıya ait olduğunu hissetmektir. Bulunulan yerde o yapının bulunmamasını bir eksiklik olarak görmek ve o eksikliği gidermek için harekete geçmektir.
Kurumlaşmak bir ana gaye ve bir program etrafında kenetlenmektir.
Kurumlaşmak o ana gayeye ulaşmak için oluşturulan programı gerçekleştirmek için sosyal etkinliklerde bulunmaktır.
Kurumlaşmak, bir oto kontrole ulaşmaktır. Kendisinden başka kimse yoksa bile kişinin kendiliğinden harekete geçmesi ve ait olduğu yapı gibi bir yapı oluşturması, onun bir şubesini meydana getirmesi, bulunduğu yerde o şubenin olmayışını hayatının bir yanının eksik olması gibi görmesidir.
Dikkat edileceği üzere kurumlaşmak aitlik duygusuyla başlar.
Kendini bir kuruma ait hissetmek;
1. Kurumun hedef ve değerlerini kabul etmek ve bunlara güçlü bir inanç duymak
2. Kurumla özdeşleşmek ve kurumun varlığını koruması için büyük bir istek duymak
3. Kurumun büyümesi için kendisinden beklenilenden daha büyük bir gayret içinde olmaktır.
Siyasi bir kurumu büyütmeye çalışmak, kuşkusuz, onu zıtları ve benzerleri karşısında topluma tanıtmakla, onun toplum için önemini, siyasi hayat içindeki konumunu ortaya koymakla mümkündür. Siyasi bir kurum zıtları karşısında kime benziyor; benzerlerinden nerede ayrılıyor? Bunu topluma anlatacak olan, kendisini o kuruma ait hissedenlerdir.
13. Zekat Dengeli Bir Toplum İnşa Eder
İslam, bir denge dinidir. Onun her hükmünde adalet; bütün emirleri arasında bir ahenk, bir denge vardır. Bu ahenk ve denge, dengeli bireyler ve dengeli toplumlar oluşturur.
Dünya malı kazanmak, yüce Allah’ın insana verdiği bir haktır. İslam, sosyalist bir nizam değildir. Ne insanların mal toplamalarını engeller ne de insanların mal toplama konusunda eşit olmalarını zorunlu kılar.
Herkese çalışmasının karşılığı vardır. Çalışmak, sosyalistlerin iddia ettikleri gibi sadece bedensel bir etkinlik değildir. “Ter” ile özdeşleştirilen “emek” sadece bedenin kullanılmasına karşılık değildir. Ticaret için çalışmak da emektir. Zihni yormak da emektir.
Mal ile ilgili koşullar bellidir:
1. Mal, helal yerden kazanılacak.
2. Mal, helal yoldan korunacak.
3. Mal, helal yolda tüketilecek.
“Ter” dökülerek kazanılan mal helal olduğu gibi ticaret yapılarak, ilim öğretilerek kazanılan mal da helaldir.
İslam, bu noktada diğer nizamlardan tamamen ayrılır:
Kapitalizmde mal kazanma yolu için “helal” kavramı yoktur. Haramzade burjuvazinin çıkarına göre düzenlenen kapitalist anlayışta malın kaynağı sorulurken “helal” kriteri öne sürülemez. Kişi, hangi yolla olursa olsun zenginleşmiş ve vergi verebilecek güce ulaşmışsa “üstün”dür; kendisini başkalarından üstün görme ve devlet tarafından başkalarına karşı kayrılma hakkına sahiptir. Örneğin kapitalist düzenlerde seçilme hakkı var olsa bile para üzerine kurulan seçim sisteminden dolayı emeği ile geçinen yoksul, temsilci olma hakkını kullanamazken yolsuzluk ve hırsızlıkla para kazanmış bir zengin, bu hakkı kullanır.
Sosyalist düzende, “ticaret” yoktur; tüccarın emeği saygıya değer değildir, her tüccar sadece bir sömürme adamıdır.
Bedevi toplumlarda ise, ilim öğreterek para kazanmak “ayıp”tır. Bedevilerde ilim kurumları gelişmediği için, bilgilendirme bedava bir etkinliktir. Bilgi karşılıksızdır, kişinin bilgiye karşı para talep etmesi, para kazanması yadırganacak bir durumdur.
İslam, malın korunması ve tüketimi konusunda da bu nizamlardan kesin olarak ayrılır. Kapitalizm için malı korumanın yolu, onun piyasa karşısında değer kaybetmesini engellemek, onu hırsızlardan koruyacak mekânları oluşturmak ve o mekânlarda nöbet tutmaktır.
Kapitalizmde tüketimde, sınır yoktur. Kimse, kişinin malını tükettiği yer konusunda sorgulanamaz. Eğlence, lüks yaşam, malın tükenmesine yol açmıyorsa her yer ve her alanda serbesttir. İnfak ise “ahmaklık”tır. Kapitalist, yoksula yapılan yardımı tembelliği teşvik, iş gücüne katılmayı engelleyerek işçi ücretlerini haksız olarak artırma ve hak edilmeyen bir kazanç sağlama olarak görür.
Parayı putlaştıran kapitalist, infakı putunun ona layık olmayan biri tarafından kullanılması gibi görür. O puta, bir bedel ister. Bu bedel ya ticaretle elde edilir ya da emekle. Kapitalist, kıskanç ve tamahkârdır; putunu başkasıyla paylaşmamak için sürekli bir uyanıklık içindedir, ondan bir an önce bile gafil olmayı tehlike olarak görür.
Sosyalist için mal toplama yoktur, dolayısıyla infak da yoktur. O, malını devlet zoruyla devlete devreder, sadece ihtiyacı kadarını alır. Burada paylaşma yok, mal devri vardır. Paylaşmanın olmadığı yerde merhamet de yoktur. Paylaşmayı unutan sosyalist, günlük ilişkilerinde olabildiğine merhametsizdir. Zoru görmedikçe lokmayı paylaşmaz, zor kullanma imkânı buldukça başkasının elindeki lokmayı alır.
Bedevi, mal toplarken kapitalisttir. Soygundan, hırsızlıktan mal kazanmayı meşru görür. Soygunu, hırsızlığı kendisi için geçim kaynağı edinir. Malı tüketirken ise belki emek harcamadan kazandığından sınırsızdır; bir bedevi, övgüsünden etkilendiği bir dilenciye bütün malını bağışlayabilir. Bunu yapanı, ahmak olarak değil, “cömert” olarak görür. Bu tüketimde, “hak” diye bir ölçü yoktur; “keyfiyet” vardır. Bedevinin keyfi eğlence istemişse mal eğlencede, bağış istemişse bağışta harcanır. İkisinin de temel fonksiyonu bedevinin nefsini tatmindir.
İslam, ne kapitalist ne sosyalist ne de bedevi bir dindir. İslam, adalet dinidir, denge dinidir. Kişi kazanırken, korurken ve tüketirken adil olmak durumundadır.
Mü’min, malını bedeniyle, ticaretle veya ilim öğretme gibi yollarla kazanır ya da miras yoluyla kazanmıştır. O malda kişinin hiçbir emeği yoksa bile sahibiyle arasındaki kan bağından dolayı hakkı vardır.
Mü’min malını sadece piyasa karşısında değerini koruyarak ve bekçi tutarak değil; infak ederek de korur. Zekât, koruma, arınma ve bereketlenmedir.
Yüce Allah (cc) buyuruyor:
“İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz, Allah`ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekât veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.” (Rum 39)
Zekâtın amacı, sosyalizmde olduğu gibi zengini malsız bırakmak değildir. Bununla birlikte kapitalizmde olduğu gibi zenginin malı, hepsi onun tarafından kazanılarak ona ait olmaz. Onun kazanılmasından doğrudan hiçbir paya sahip olmayan akrabanın, öksüzlerin, yoksulların, yolda kalmışların, düşkünlerin ve esaretten kurtulmak için paraya ihtiyacı olanların payı vardır. Bu yüce Allah’ın tayin ettiği bir ortaklıktır. Zengin, sosyalizmde olduğu gibi malının zekât dışındaki kısmı hakkında tasarruf yapma kısıtlaması içinde değildir ama onun kapitalizmde olduğu gibi bu ilahi ortaklığı reddetme hakkı da yoktur.
Mü’min mal konusunda bedevi de değildir. Malını tüketirken kendisini her tür ölçüden azade görmez. O zekâtı belli ölçülerle verir. Dilerse ona başka infaklar da ekler. Ama ne sosyalist gibi kendisini devlete mahkûm ne de kapitalist gibi sınırsız özgür zanneder. Adaleti, dengeyi bulur; önüne konan zorunlu hükümlerden ayrılmaz, onları tahrif etmeye, etkisizleştirmeye kalkışmaz. Yüce Allah (cc), onun önüne nasıl bir yasa koymuşsa o yasayı esas alır.
Mü’min zekât malını kendi malı gibi görmez. Harman başında bekleyen nice mü’minin mahsulü ikiye ayırdığı görülür. Bu paylaşımı soranlar, “Bu, benim; bu da Allah’ındır” ya da “Bu benim bu da yüce Allah’ın bana ortak kıldığı hak sahiplerinindir” cevaplarını almışlardır.
Malın içindeki zekât, o malın sahibinin değil, o sahibe bırakılmış bir emanet gibidir. Burada bir incelik vardır. Mal sahibi, onu kendi malı gibi görmez ama kendisiyle ilgisiz de görmez, kendisini bir vekil gibi onu korumak ve sahiplerine ulaştırmakla görevli görür.
Mü’min zekât bir yana sadakayı bile verirken yoksulu ezemez, ona karşı bir üstünlük taslayamaz. Yüce Allah (cc) buyuruyor:
“Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak, gönül kırmakla boşa gidermeyin. O adam gibi ki, insanlara gösteriş için malını dağıtır da ne Allah`a inanır, ne ahiret gününe. Artık onun hâli, bir kayanın hâline benzer ki, üzerinde biraz toprak varmış, derken şiddetli bir sağanak inmiş de onu yalçın bir kaya halinde bırakıvermiş. Öyle kimseler, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Bakara 264)
Bu itinalı tutumun neticesinde, mal toplumda belli kişilerin arasında dolaşmaktan uzaklaşır, özel bir put olmaktan çıkarak karşılıksız verilebilen ve herkesin sahip olabildiği bir araca dönüşür. Toplum, bununla birbirine yakınlaşır, birbiriyle kenetlenir, birbirinin hakkına riayet eder, birbirine sahip çıkar.
Kapitalist bir düzende toplumun bir kesiminin mal ile hiç tanışmadan dünya hayatını geçirmesi olası iken sosyalist düzende toplumun tamamı malsızdır. Bedevinin ise ne zaman mal sahibi olacağı ve ne zaman maldan uzaklaşacağı belli değildir.
İslam’da ise herkes mal sahibi olur ve herkes sahibi olduğu malı belli ölçülere göre tüketir. Böylece ortaya, zengin ve fakirlerin bulunduğu ama zengin ve fakir diye iki sınıfın bulunmadığı dengeli bir toplum çıkar.
Zekâtla yoksulluğun son bulması bir ütopya (boş bir hayal) değildir, başta Ömer bin Abdülaziz dönemi olmak üzere tarihte defalarca yaşanmış bir hakikattir. Bugün de bütün yoksulluğuna rağmen İslam toplumlarında yoksulluğun açlıktan ölümlerle neticelenmemesindeki hikmet, zekâtın varlığıdır. Zekât hakkıyla verilmediği halde bu kadar işlev görüyor ya zekâtın hakkıyla verilmesi durumunda oluşacak toplumsal manzara?
Zekâtın hakkıyla verildiği bir toplum, adil bir ortama ulaşır ve dengeli bir yapıya bürünür. Böyle bir toplumda herkes zengin değildir ama zenginliği ile yoksulu ezmeye kalkışan yoktur; herkes eşit değildir ama kimseye de zulmedilmez.
14. Akrabalık ve Komşuluğun İhyası
İslami bir hayat inşa etmek, küresel sistemin imkânları içinde İslami bir hayat kurmaya çalışmak değildir; küresel sistemin ve onun yerel uzantılarının dayatmalarını reddederek İslami bir hayat kurmaktır.
Rabbimiz, davetçilerin önderi Hz. Muhammed Mustafa salallahü aleyhi vesellem’e, “Önce en yakın akrabalarını uyar!” diye emretti. İslam daveti, Hz. Resulullahsalallahü aleyhi vesellem’iın evinden Mekke’ye, Mekke’den çevreye doğru merkezi bir alan içinde yol aldı.
Her ne kadar yaktıkları ateş, kendilerini de kısmen yaktıysa da bugünkü küresel sistem, Yahudileri toplum olarak ayakta tutmaya, onlar dışındaki bütün toplumları ferdiyetçileştirip dağıtmaya dayanıyor.
Bu sistemin Yahudiler açısından birimi Yahudi ırkı iken diğer toplumlar açısından en küçük birimi aile değil, ferttir.
Dünyanın küresel şirketlerini yöneten Yahudiler bile kendi içinde “akrabalık” ve “komşuluk” bağlarını korurken dünyanın gerisi için “akrabalık” kavramı yok oldu, “komşuluk” tarihe karışıyor.
Dünyayı küresel güçlere kolay yönettirmeye dayalı bu sistem, akrabalık ve komşuluk konusunu sadece yasal bir konu olarak görüyor. Akraba ve komşular arasında ahlaki bir sistem inşa etmiyor.
Küresel sistem ahlaksızdır; bütün ilişkileri yasal düzeye indirgiyor; kimsenin üzerine akrabaya, komşuya karşı ahlaki bir sorumluluk yüklemiyor. İnsanlığa bir “soysuzlaşma” yaşatılıyor; kimse kendi akrabasını “miras hukuku” ötesinde görmüyor.
Küreselleşmenin metropollerinde ahlaki anlamda “komşu” diye biri yok artık. Aynı apartmanda, aynı sitede oturan ve fiziki birliktelikten kaynaklanan problemlerini resmi bildirimli “apartman toplantısı”, “site kongresi” ile çözen, onun dışında birbirine bakıp da birbirini görmeyen, sesleri birbirine gelip de birbirlerini duymayan, birbirinin derdiyle dertlenmeyen, sevinciyle sevinmeyen, apartmandan çıkan cenazeye ölü bir bedenin ortak mekânın dışına atılması gözüyle bakan fertler var.
Hepimizin tek bir bağı var: Sistem vatandaşlığı. Hepimiz, oradan yönetilen ve sadece oraya bakan birer ferdiz.
Küresel sistemde, fertler arası insani bağ (toplumsal ilişki), yasalara dökülen “fikri yönlendirme” yoluyla adeta yasaklanmış, herkes kendi sorununu doğrudan merkeze götürüyor. Kimse ondan önceki bir iletişimi, bir ilişkiyi tanımıyor; tanısa da ona bir değer yüklemiyor.
Toplumsal bağlarını yitiren fertler, “zabıtaya söylerim, polise haber veririm, mahkemeye giderim” diyerek problemlere yaklaşıyor; aynı fiziki mekânda bulunmanın sağlayabileceği insani yakınlaşmayı, konuşup anlaşmayı problem çözmede bir yol olarak görmek istemiyor.
Bu, başlangıçta “vatandaşlaştırma projesi” doğrultusunda teşvik edildi; oysa bugün devletleri bile küresel sistemin hegemonyasına teslim eden bir tehlike boyutuna vardı. İslami endişesi olmayan, hatta onlarca yıl İslam karşıtı projeler yürüten devletler bile bundan endişe duymaya başladılar. Buna karşı toplumsal bağları yeniden güçlendirecek arayışlar içine girdiler. Yakında bu yönde yasal düzenlemeler bile söz konusu olabilir.
Akrabalık ve Komşuluğu İhya; İslam Davetidir
İslami bir hayat inşa etmek, küresel sistemin imkânları içinde İslami bir hayat kurmaya çalışmak değildir; küresel sistemin ve onun yerel uzantılarının dayatmalarını reddederek İslami bir hayat kurmaktır.
Biz, Müslüman olarak, tevhid ehli olarak, küresel sistemin ve yerel uzantılarının “insanlığı ateşe veren” uygulamalarına yabancı değiliz.
Dört bin-beş bin yıl önceki tevhid dini, bugünkü tevhid dini ile aynı karakterde olduğu gibi bin dört yüz yıl önceki cahiliye ile bugünkü cahiliye de aynı karakterdedir. Bunu anlamak çok zor değil.
Hz. Cafer bin Ebi Talib(RA)’in, Necaşi huzurunda anlattıklarına kulak verelim. Orada duyduklarımız, bugünün de hali midir, değil midir elimizi İslam’la şekillenen vicdanımıza koyarak karar verelim. Buyurun!
“Ey Kral!”… Biz, bu hitabı “Sayın Kral!”, “Sayın Başkan!” diye anlayalım.
“Biz, cahiliye ehli bir kavimdik. Putlara tapardık. Leşleri yerdik. Fuhuşta bulunurduk. Akrabalık ilişkisini keserdik. Komşuya kötülük yapardık. Güçlümüz, zayıfımızın (hakkını) yerdi.
Allah, bize içimizden soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini, iffetliliğini bildiğimiz bir Elçi gönderinceye kadar bu hal üzerine idik.”
Mekke’deki sistemde “akrabalık ilişkisi” aşınmış; “akrabalık” kabilelere dayalı hukukta eksiksiz devam etse de insani bir ilişki olarak zarar görmüş, “akrabaya iyilik” neredeyse son bulmuş, ender kişilerin bir özelliği olarak kalmış; komşuluk da benzer bir problem yaşıyor; komşu, komşuya kötülük ediyor.
Sonra ne oluyor?
“O, bizi,
– Allah’ı ‘bir’ bilmeye ve yalnız O’na ibadet etmeye
– Bizim ve atalarımızın Allah’la birlikte taptığımız taştan heykellerden (putlardan) soyutlanmaya, büsbütün uzaklaşmaya çağırdı ve bize,
– Doğru sözlü olmayı
– Emaneti sahibine vermeyi
– Akrabaya iyilikte bulunmayı
– Komşuya karşı iyi olmayı
– Haksız yere kan dökmemeyi emretti
–
Ve bize
– Fuhşu
– Zor şahitliği
– Yetimin malını yemeyi
– Namuslu kadına iftira atmayı yasakladı.”
Hz. Cafer (ra)’in hitabına da yansıdığı üzere Hz. Resulullahsalallahü aleyhi vesellem’iın özellikle ilk davetinde “akrabaya iyilik”, imandan hemen sonra yer bulan iyilikler arasında yer alıyor.
Hz. Resulullah salallahü aleyhi vesellem, sadece ilişkisinin devam ettiği akrabaya davet etmekle yetinmiyor. Onun bu çerçevedeki daveti iki yönlüdür: 1- Akrabalığı inşa etmek (iyi ilişki ile ihya etmek, işlevsel hale getirmek) 2- İhya olan o akrabalıktan bir davet zemini olarak yararlanmak.
Hz. Resulullah salallahü aleyhi vesellem, akrabalığı ihya ediyor ve davette ilahi emir gereği akrabaya öncelik veriyor. Bu, ince bir noktadır. Bir şeyin gerekliliği, onun araçlarını da gerekli kılar. Davette akrabayı öncelemek, akrabalığı ihyayı gerektiriyor. İşlevsel olmayan bir akrabalık, davet için bir zemin olmaz; davette öncelik tanımamaya da her zaman sebep olmaz. O zemini oluşturmak gerekir ki bu İslam davetinin bizzat içindedir, ona giden yol bile değil, davetin kendisidir. Akrabalığın ihyası, Emeviler döneminde canlandırılıp Abbasiler döneminde sürdürülen cahili akrabalığın reddi ve ilahi emirlere uygun bir akrabalığın geliştirilmesi, Allah ve Resulü’nün emridir.
Rabbimiz, akrabalık bağını kesmeyi inkârcıların özellikleri arasında sayıyor:
“Onlar, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler, Allah’ın gözetilmesini emrettiği akraba ilişkilerini keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara 27)
Ve Rabbimiz buyuruyor.
“Bir zamanlar İsrailoğullarından “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edin, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin!” diye kesin söz almıştık. Sonra siz, pek azınız hariç, yüz çevirerek sözünüzden dönüverdiniz.”(Bakara 83)
“Yüzlerinizi, doğuya ve batıya doğru çevirmeniz iyilik demek değildir. Asıl iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; malını sevmesine rağmen onu akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış olanlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren; sözleştikleri zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaş zamanında sabredenlerin iyiliğidir. İşte doğru olanlar bunlardır ve bunlar kötü davranışlardan sakınanların kendileridir.” (Bakara: 177)
“Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. Şüphe yok ki Allah kendini beğenip övünenleri elbette sevmez.” (Nisa: 36)
“Allah, şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı ise yasaklar. O, tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl: 90)
(Bu ayet-i kerime her Cuma hutbesinde tavsiye hükmünde okunmaktadır.)
Hz. Resulullah salallahü aleyhi vesellem buyuruyor:
“Cebrail (AS), Bana komşu hakkında tavsiyede bulunmaya son vermedi, ta ki Ben onun mirasçı kılınacağını zannettim.” (Müttefikun aleyh)
“Ey Ebu Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu artır ve komşunun hakkını gözet.” (Müslim)
“Vallahi iman etmez, vallahi iman etmez, vallahi iman etmez.” “Kim Ya Resulallah!” dendi. “Komşusu kendi şerrinden emin olmayan kişi” diye cevap verdi Hz. Resulullah salallahü aleyhi vesellem. (Müttefikun aleyh)
“Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ettiyse komşusuyla iyi geçinsin ve kim Allah’a ve ahiret gününe iman ettiyse misafirini iyi ağırlasın ve kim Allah’a ve ahiret gününe iman ettiyse hayırlı söz söylesin, ya da sussun.” (Müslim)
KÜRESEL SİSTEM TAĞUTTUR
Küresel sistem, toplum dağıtırken; İslam, toplumu kurmaya çalışıyor. Toplum, bir fiziki mekân içinde olur. İslam, fiziken yakın olanlara birbirlerine karşı ahlaki sorumluluklar yüklüyor. Aynı fiziki mekân içinde olanları, iyilik konusunda başkalarına önceliyor.
Hz. Aişe (R.Anha) annemizden rivayet edilmiştir:
“Ben, ‘Ey Allah’ın Resulü benim iki komşum var, hangisine hediye vereyim’ dedim. Hz. Resulullah salallahü aleyhi vesellem buyurdu: Kapısı sana yakın olana.”
İslam’a davet, “Akrabalık” “komşuluk” yok ki ona öncelik verelim demeyerek akrabalık ve komşuluğu ihya ederek küresel sistemin tahribatına, Allah’a ibadet şuuru içinde karşı çıkmaktadır.
“Yemin olsun ki biz her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ diyen peygamber gönderdik…” (Nahl: 36)
İslam’a davetin özü budur ve bugün en büyük tağut, küresel sistemdir. Sadece Allah’a kul olma niyetiyle küresel sisteme “La” demek; onun kulu kula kul edinerek insanlığı ateşe veren, insanlığı yakan uygulamalarını etkisizleştirmek İslam’a davetin ta kendisidir.
Akrabalığı ve komşuluğu Allah’a ibadet şuuru içinde ihya etmek, Allah’ın ve Resulünün yoluna çağrıdır.
Davetçilerin önderi Hz. Resulullah’a salât ve selam olsun! Bayramınız mübarek olsun!
15. Riya Kalpazanlıktır
İslam’ın ibadetleri, Allah (cc)’ın rızasını kazanmaya sabitlenmiş, birer özdür, cevherdir. Hedefine bu çizgi üzerinde gider. Oynaklığı, sallantıyı, kararsızlığı, özünden kopmayı kabul etmez.
İhlâs, dünyada Sırat Köprüsü’dür. Ameller, ondan biraz olsun kaydığında “salih amel” olmaktan çıkar, kişiyi ateşe düşüren günah olur, bir tür şirk olur.
Riya, ihlâstan kopuştur. Riya amelin özünü kaybetmesidir; cevher yerine, cevherin hayali, resmi, karikatürü gibi olmasıdır. Altın yerine altının resmini başkasına vermeye kalkışan, alışverişini bununla yapmaya çalışan sahtekârdır, kalpazandır. Riya, kalpazanlıktır, kalpazanlık yapan ödül almaz, aksine cezalandırılır.
Riya, bir aldatmadır; riyakâr riyada bulunduğu kişileri aldatmaya çalışır. Onların gözünde kendisiyle ilgili “salih bir kul” imajı oluşturur; “imajını” satar, ondan bir kazanç elde etmeye çalışır.
Riyakârla karşılaşanlar, “salih bir kul” ile karşılaştıklarını sanırlar oysa “salih bir kul” görüntüsüyle karşılaşmışlar. Onunla alışverişlerini “salih bir kul” ile alışveriş üzerine yapmışlar. Oysa o, “salih bir kul” maskesi takmış bir üçkâğıtçıdır.
“Salih kulluk” maskesi üretilebilir mi? Asla, öyle bir maske üretimi yoktur. “Salih kulluk” ihlâstadır; maskenin dışsallığına sığmaz; o, ancak köklerini kalbe salınca dış görüntüsünü verir. O kökler olmayınca onun gerçek dış görüntüsü asla oluşmaz. Dolayısıyla riyakârın kendisi sahtekâr olduğu gibi maskesi de sahtedir. Riyakâr, onun sahte olduğunun farkındadır; ona ferasetle bakan mü`min de ondaki sahteliği görür.
İhlâs, ihlâsı tanır; ihlâs, riyayı da tanır. Sahtekârın amacı feraset sahibi olmayanları kandırmak; ihlâs kökleri üzerine yeşeren amel ile kökü dışarıda olan amel arasındaki farkı bilmeyenleri aldatmaktır.
Riya, ihlâs ehlinin dergâhlarında para etmez; ihlâsa sempati duyup ona henüz ulaşmayanların, kalpleri ona meyledip onu bulmayanların mahallelerinde iş görür.
Riya, bunun için en çok onlara karşı yapılır. Olmayan bir şey onların katında var gösterilir; hile ile onların sevgisi kazanılmaya çalışılır.
Riya, bunun için en çok onlara karşı yapılır. Olmayan bir şey onların katında var gösterilir; hile ile onların sevgisi kazanılmaya çalışılır.
Riya, gösteriştir; “gösteri” ile “gösteriş” arasında sadece bir harflik fark vardır.
Çağ, reklam çağıdır ve çağın reklamı, bir tanıtım değil, “müşteriyi aldatma” girişimidir. Bugünün reklamı, “mal” ile ilgili gerçek dışı bir imaj oluşturma girişimidir. Malın reklam görüntüsündeki ebadından sonra insan, malın gerçeği ile karşılaştığında aldatıldığını fark eder, hayal kırıklığı yaşar, malın sahibine ve malın reklamını yapana öfke duyar. Dolayısıyla aldatıcı bir reklamın ardı hüsrandır, iflastır.
Çağ, perdelerin kalktığı, hayatların birbirine açıldığı bir çağdır. Ancak perdelerin kalktığı bir ortamda dahi “çağdaş insanı” gerçek yüzüyle görme imkânı yoktur. Zira “çağdaş insan” perdelerin kalktığının farkındadır; ona göre hareket ediyor. Çağdaş insan; görünür hiçbir yerde “kendisi” değildir, her görünür yerde olduğundan daha “insan”, olduğundan daha farklıdır. Onun varlığı dünya içindir ve o, dünyanın karşısına bir “imaj” düzenlemesinden geçmeden çıkmaz.
Mü`min amelinde ona benzeyemez. Mü`minin ameli Allah (cc) içindir. Mü`min, dünyalık olamaz; dünyalık bir amelin üzerine dünyevi bir kazanç için uhrevi bir kılıf geçiremez.
Mü`min Allah için kendi bedenine hizmet edebilir.
Mü`min Allah için ailesine hizmet edebilir.
Mü`min Allah için yakınlarına hizmet edebilir.
Mü`min Allah için komşularına hizmet edebilir.
Mü`min Allah için halkına hizmet edebilir.
Mü`min Allah için insanlığa hizmet edebilir.
Bunların her biri bir gerekliliktir. Ancak insanın niyeti sadece nefsine hizmet iken insan, amelini Allah (cc) rızası için yapıyor, görünemez. Bunu dışarıya böyle yansıtamaz.
İnsanın niyeti sadece kendisine hizmet iken insan, Allah’ın dinine hizmet ediyor görünemez.
İnsanın niyeti sadece yakınlarına hizmet iken insan, Allah’ın dinine hizmet ediyor görünemez.
İnsanın niyeti sadece komşularına hizmet iken insan, Allah’ın dinine hizmet ediyor görünemez.
İnsanın niyeti sadece halkına hizmet iken insan, Allah’ın dinine hizmet ediyor görünemez.
İnsanın niyeti sadece insanlığa hizmet iken insan, Allah’ın dinine hizmet ediyor görünemez.
“Ne fark eder?” denemez. Niyet, bugünün gelişmiş psikolojik gözlemlerin de tespitiyle amellerin niteliği üzerinde kesinlikle etkilidir.
Niyet amelin programı gibidir. İyi bir niyetten doğan amel ile kötü bir niyetten doğan amel şeklen benzeyebilir ama asla aynı mahiyette olamaz.
İslam toplumları, kendilerini ilan etmek ve tanıtmak durumundadır. Bu, bir gerekliliktir. İlan ve tanıtım Allah rızası için olunca ibadettir. Bu ibadet yerine ve zamanına göre zulme meydan okumaktır, yerine ve zamanına göre zayıflara cesaret vermektir; yerine ve zamanına göre tereddütte olanların tereddüdünü gidermek, onları doğru bir tavra teşvik etmektir.
Ancak İslami yapılar, olmayan bir şeyin tanıtımına kalkışmazlar, olanı abartmazlar.
Olmayanı tanıtmak, olanı abartmak modern reklamcılıktır.
Olmayanı tanıtmak, olanı abartmak maskeciliktir.
Olmayanı tanıtmak, olanı abartmak hiledir.
Olmayanı tanıtmak, olanı abartmak aldatmadır.
Olanı tanıtmak, nimet getirir ve ilahi rızaya vesile olur; olmayanı tanıtmak, olanı abartmak musibete yol açar.
Riyanın başı çekici, ortası tatlı, neticesi azaptır, ateştir.
“Halbuki onlara ancak, dini yalnız Ona has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri emrolunmuştu.” (Beyyine 5)
“Ey iman edenler! Malını gösteriş için harcayan kimse gibi başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın.” (Bakara 264)
“İnsanlar gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hatıra getirirler.” (Nisa 142)
Ebu Hureyre (r.a)’den: Resulullah(s.a.v)’ın şöyle dediğini duydum: “Allah buyurdu ki; Ben ortakların ortaklıktan en uzak olanıyım. Kim işlediği bir amelde başkasını Bana ortak koşarsa onu ortak koştuğu kimse ile baş başa bırakırım” (Müslim)
Ebu Hureyre (r.a) diyor ki; Hz. Resulullah (s.a.v)’ın şöyle dediğini duydum: “Kıyamet günü insanlar içinde ilk sorguya çekilecek kişi şehid düşmüş kimsedir. Adam huzura getirilir ve Allah’ın şehitlere verdiği nimetler hatırlatılır. O da o nimetlere kavuştuğunu söyler. Allah, ona: Bu nimetlere karşılık ne yaptın? Diye sorar. O da; şehid düşünceye kadar Senin yolunda savaştım, der. Allah, ona: Yalan söylüyorsun, sen, bu “cesur bir adamdır” desinler diye savaştın. Nitekim öyle söylediler, buyurur. Sonra yüzükoyun sürüklenerek ateşe atılması emredilir. Ardından ilim öğrenip başkalarına öğretmiş ve Kur`an okumuş biri getirilir. Allah, ona da bahşettiği nimetleri hatırlatır. O da bu nimetlere kavuştuğunu söyler. Allah ona: Bu nimetlere karşılık ne yaptın? Diye sorar. O da ilim öğrendim ve başkalarına da öğrettim. Senin rızan için Kur`an okudum, der. Allah, ona: Yalan söylüyorsun, bilakis sen, sana “âlim” desinler diye ilim öğrendin. Güzel Kur`an okuyor, desinler diye Kur`an okudun. Nitekim öyle söylediler, buyurur. Sonra yüzükoyun sürüklenerek cehenneme atılması emredilir. (Daha sonra) Allah`ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nimetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve itiraf eder. Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın? Diye sorar. O da verilmesini sevdiğin, razı olduğun hiç bir yerden esirgemedim, sadece Senin rızânı kazanmak için verdim, harcadım, der. Allah ona; Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını "ne cömert adam" desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi, buyurur. Sonra yüzükoyun cehenneme atılması emredilir.” (Müslim)
Cündeb İbni Abdullah İbni Süfyân radıyallahu anh‘den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Kim işlediği hayrı şöhret kazanmak için halka duyurursa, Allah onun gizli günahlarını duyurur. Kim de işlediği hayrı halkın takdirini kazanmak için başkalarına gösterirse, Allah da onun riyakârlığını açığa vurur” (Müslim)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh`den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Kim Azîz ve Celîl olan Allah`ın hoşnutluğunu kazanmaya yarayan bir ilmi, sırf dünyalık elde etmek için öğrenirse, kıyamet günü cennetin kokusunu bile alamaz” (Ebu Davud)
Nifak, ameli ve dini olmak üzere iki türlüdür. Birincisi; kişinin Müslüman olup sadakalarını, namazını, orucunu Allah’a has kılmamasıdır. İkincisi ise kişinin zahirde Müslüman, gizli yerde kafir olmasıdır. (Savi tefsiri)
Ebu Bekr el Vasiti dedi ki: Ameli korumak, amelin işlenmesinden zordur. Çünkü amel cam gibidir, çabuk kırılır ve yapışmayı kabul etmez. Aynı şekilde amele riya değdiğinde amel kırılır; amele ucb (kendini beğenme) değdiğinde amel kırılır. İnsan, bir amel yapmak ister de nefsini riyadan arındıramamaktan korkarsa eğer mümkünse riyayı kalbinden çıkarır, ona bunun için gayret göstermesi düşer. Eğer bunu yapamazsa ameli işler, riya korkusuyla ameli işlemekten vazgeçmez. Sonra riya için istiğfarda bulunur. Umulur ki Allahu Teâlâ onu sonunda ihlâsta muvaffak kılar.
Ebu Leys Semerkandi dedi ki: insanlar, farzlar hakkında konuştular. Bazıları dediler ki farzlarda riya olmaz; çünkü onlar, herkesin üzerinde farzdır. Kişi farzı yerine getirince riyaya düşmüş olmaz.bazıları da dediler ki, riya farz olan amellerde de olur, farz olmayan amellerde de olur.
Ben derim ki; Bu, benim yanımda iki yönlüdür. Kişi farzlar, görünür yerde kılıyor, insanalara görünmediği yerde terk ediyorsa bu tam münafıklıktır ve o Allahu Teâlâ’nın haklarında “Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar.”(Nisa 145) yani onlar Firavun ehli ile birlikte cehennemin “Haviye” denen tabakasındadırlar. Çünkü onlar sahih ve halis olarak tevhid ehli olsalardı görünmeme hali onları farzları eda etmekten alıkoymazdı. Ama kişi insanların yanında iken farzları tam ve güzel eda ediyor da tek başına olduğunda ise eksik eda ediyorsa onun için eksik olanın sevabı vardır, tam ve güzel olanın sevabı yoktur. O, ondan (o riyadan) mesuldur ve onun üzerine hesaba çekilecektir. (Kaynak: Tenbihül Ğafilin)
16. Edep Üzerinde Birlik
İslam, duygudan düşünceye, bireyden topluma bütün yönleriyle insanı disiplin içine alan bir hayat nizamıdır.
İslam, her emrinde, insana başıboş yaratılmadığını, kendisini boşluğa, gelişi güzelliğe, oluruna bırakamayacağını hatırlatır.
İslam, şerefli bir varlık olarak yeryüzünde hilafet göreviyle yaratıldığı halde, kendisini seçkin kılan iradesini tatil etmeye, hayvanlaşmaya eğilimli olan insanı, o eğilimden alıkoyup insanileştirme projesidir, insanı insan yapma, insanın insanlığını koruma davasıdır.
İslam, mükemmel bir toplum projesidir, dünya ve ahirette hasen olana (güzel olana) ulaşmayı hedef edinen bir toplum inşa etme hareketidir.
Mükemmel olmak için doğruyu bulmak, sağlama ulaşmak yetmez, bir de güzelliğe ulaşmak gerekir.
Güzellik, İslam’ın hedefidir ve ancak dengede olanda güzellik vardır.
İslam, dengeyi bularak güzele ulaşmış o toplumu oluşturmak için,
1-İman Birliği
2-Akide Birliği
3-Niyet (amaç, hedef) Birliği
4-İbadet Birliği
5-Hukuk Birliği
Birleştirici unsurlarıyla yetinmemiş aynı zamanda “Edep Birliği” getirmiştir.
Edep kuralları, kanun niteliğinde olmadığından genellikle yazılı değildir. İslam’da edep kuralları bizzat Kur`an-ı Kerim’de yer alarak yazılı kurallar olarak vücut bulmuş. Edep, İslam’da kanunlaşmış; edep, herkesten çok şuur ehli Müslüman’a yakışır.
Edep ancak sağlam bir iman, doğru bir akide, ihlâslı bir ibadetle birlikte olunca gerçek güzelliği meydana getirir.
Sağlam bir iman, doğru bir akide, ihlâslı bir ibadet ancak edeple buluşunca bir inşaat olmaktan, mimari bir donanıma kavuşur. İnşaat ancak mimari güzelliğe kavuşunca “güzel” olur.
İslam’da edep problemi, Medine’de göründü ve orada ilahi emirler ve Hz. Resulullah (s.a.v)’ın fiili rehberliğiyle çözüm buldu.
Edep problemi karşısında Medine’de üç topluluk vardı: Şehir kökenli Muhacir ve Ensar ve badiyelerde yerleşik Bedeviler.
İslam, şehirde doğmuş ve şehirde devletleşmiş, ilk başkentinin adı şehir (Medine) konmuş dindir. İslam, edepte Bedeviliğe karşı mücadele etti, iman, akide, niyet (amaç), ibadet, hukuk birliği içinde toplumu şehir edebi üzerinde buluşturdu. Ancak bu eski değil, yeni bir şehir edebiydi, İslam şehri edebiydi.
Bedevi insan, insanın hilafet göreviyle çatışacak kadar tabiileşmişti; onun için söz disiplini, mekân-meclis disiplini, hareket disiplini, önderliğe karşı hürmet disiplini pek yoktu.
Bedevi, kendini ifade ederken en ayıp sözleri ulu orta yerde söylemekten, muhalefet ettiği kişiyi eleştirirken onun bedeninin her noktasından söz etmekten, hatta kardeşine bile seslenirken ona kötü lakaplar takmaktan sakınmazdı, çölde öfkeye kapıldığında rüzgâra bile söverdi.
İslam, toplumu söz disiplini üzerinde buluşturdu; Müslümanların birbirlerine cahiliye alışkanlığı üzerine seslenmelerini yasakladı, yaygın olan kötü lakap takma alışkanlığına son verdi.
“Ey iman edenler! Bir topluluk bir toplulukla alay etmesin; belki de onlar (alay ettikleri kimseler) kendilerinden daha hayırlıdırlar; bir takım kadınlar da diğer kadınlarla (alay etmesin), belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Bir de birbirinizi ayıplamayın ve birbirinize kötü lakaplar takmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir şeydir! Her kim de tevbe etmezse, işte onlar kendilerine zulmedenlerdir.” (Hucurat 11)
Yağışın çok az olduğu badiyelerde çoğunlukla çadırlarda yaşayan Bedevilerde “ev” kavramı pek oluşmamıştı. Çöl, çatısı gök olan, her noktasında serbestçe hareket edilebilir büyük bir evdi. Dolayısıyla eve izinle girip çıkmak gibi bir alışkanlık da söz konusu değildi.
İslam, evin özel bir yer olduğu vurgusuyla toplumu mekân disiplini üzerinde birliğe kavuşturdu:
“Ey iman edenler, kendi odalarınızdan (evlerinizden) başka evlere, sahiplerinden izin almadan ve onlara selam vermeden girmeyin! Bu, sizin için daha hayırlıdır. Ola ki, düşünürsünüz.
Eğer orada bir kimse bulamazsanız, size izin verilmedikçe içeri girmeyin ve eğer size «Dönün.» denilirse dönün; o sizin için daha temizdir. Allah, bütün yaptıklarınızı bilir.
Meskûn olmayan ve içinde bir yararlanma salahiyetiniz olan odalara (evlere) girmenizde size bir sakınca yoktur. Allah, açıkladıklarınızı da bilir, gizlediklerinizi de.” (Nur 27-28-29)
İslam’dan önce Mekke ve Medine, gevşek yapılı birer şehir devletiydi. Bedevilikle iç içe geçmiş bu şehirlerde meclis disiplini oluşmamıştı. Programlama alışkanlığı yoktu. İnsanlar, olağanüstü haller dışında) denk gelen zamanda buluşur ve diledikleri zaman dağılırlardı. Ev halkı (meclis sahibi), onların gönüllü ayrılma anını beklemek durumundaydı.
Yine bu toplumlarda önderlik, kabile emirliğiydi. Kabile emiri soyluların sadece birincisiydi, dolayısıyla özel bir statüye sahip değildi, onun huzurunda bulunurken özel tutumlara gerek yoktu.
Medine’de önde gelen sahabelerin bulunduğu meclislerde bile bu ‘serbesti’ alışkanlık problem oldu. O büyüklerin nispeten serbest davrandıkları bir ortamda çöllerden gelenlerin daha büyük bir probleme yol açacakları muhakkaktır.
İslam, Hz. Resulullah (s.a.v)’ın bulunduğu meclisler üzerinden bir meclis disiplini getirdi. Bu meclis, ister mescid olsun ister Hz. Resulullah (s.a.v)’ın evi olsun oradaki oturuş-kalkış, sesleniş-ayrılış esaslara bağlandı:
“Ey iman edenler! Allah`ın ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin. Allah`tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber`in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber`e yüksek sesle bağırmayın. Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.
Allah`ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah`ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
(Resulüm!) Sana odaların arkasından bağıranların çokları, aklı ermez kimselerdir.
Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Bununla beraber Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hucurat 1-5)
“Ey iman edenler! Peygamberin evlerine vaktine bakmaksızın ve yemeğe izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağırıldığınız vakit girin. Yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Sohbet etmek için de izinsiz girmeyin. Çünkü bu haliniz peygambere eziyet veriyor, ama o sizden utanıyor. Fakat Allah gerçeği söylemekten utanmaz. Hem O`nun hanımlarına bir ihtiyaç soracağınız vakit de perde arkasından sorun. Böyle yapmanız hem sizin kalbleriniz ve hem de onların kalbleri için daha temizdir. Hem sizin Resulullah`a eziyet etmeye hakkınız yoktur. Ondan sonra hanımlarını da ebediyyen nikâh edemezsiniz. Çünkü bu Allah katında çok büyük bir günahtır.” (Ahzab 53)
“Ey iman edenler! Size: «Meclislerde yer açın.» denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size «Kalkın.» denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Mücadele 11)
İslam, devesini Mescid-i Nebevi’ye süren, o mübarek mescidde ulu orta yerde bevleden, meclislerde ayıp yerlerinin görünmesine aldırış etmeden rahat oturan insanı, ulus devletlerin şehir merkezlerine girişleri yasaklayan dışlayıcı, aşağılayıcı tarzıyla değil, emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker üzerinden güzellikle eğitti; güzelliğe güzellikle ulaştı, Yesrib o güzellikle seslenişte, oturuş-kalkışta, mimariye kavuşup edeben de “Medine” oldu.
Bugün İslam toplumu, edep konusunda üç bedevilik tehdidi altındadır:
-Geleneksel yapımızdan (bünyemizde saklı kalan cahili adetlerden) gelen bedevilik,
-Edebi yok sayan cereyandan gelen bedevilik
-Gayr-i İslami şehirlerde oluşan bedevilik.
Bedeviliğin milliyeti yoktur; bütün etnik unsurların bedevileri vardır ve son yüzyıllara kadar şehirlerimizin genellikle Hıristiyan, Yahudi azınlıklara kaldığı düşünülürse çoğumuz bir yönüyle bedevi kökenli sayılırız. Aldığımız İslami terbiye, elhamdülillah, bize o bol küfürlü, hakaretli, serbest köy ağzını terk ettirdi, terk ettiriyor.
Geriye iki tehdit kalıyor:
1-Diline geleni dilediği üslupta, dilediği yer ve zamanda söylemeyi “Hak bildiğini söylemek”; büyüklere karşı hürmetsizliği hâşâ “Muvahhid olmanın gereği” diye yayan cereyandan gelen bedevilik.
2-Batı hayat tarzının ürünü bir şehirleşmeden gelen (asıl ve en yaygın) bedevilik.
Bu şehirlerdeki son hayat düzenini biz kurmadık. Bu düzen, sanayi çağı felaketinin sosyal bir neticesidir.
Yeni şehirlerin sokağı, ulaşım aracı, hatta kimi zaman iş yeri birer badiyedir. Bedevinin serbest ağzı, şehirde “argo” adı altında neredeyse sanat olmuş. Saygısızlık çoktan hürriyet şemsiyesi altına girdi, anne-babaya karşı gelmek “kimlik ispatı” diye değer kazandı.
Şehirleşme, bizim dışımızda gerçekleşen, karar vericileri arasında yer almadığımız bir program içinde gerçekleşiyor.
Bunun için bizim insanımız şehirde kirlilik görüyor, günahsız badiyesini (uzaklardaki köyünü) özlemle arıyor.
Müslümanlara sadece şehir değil; Medine gibi şehir lazım ve o şehirde medeni bir ahlak lazım…
Ve İslam şehirle köy arasına edepte fark gözetmez. Müslümanlara Medeni köyler lazım…
17. Modern Çağda “İhlâs Problemi”
“De ki muhakkak benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”(En`am: 162) Fark edilmeyi istemek ve ödül talep etmek, insanın yaradılışında vardır. İnsan, yaptığı iyiliğin bilinmesini ve ona karşılık verilmesini ister…
“De ki muhakkak benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”(En’am: 162)
Fark edilmeyi istemek ve ödül talep etmek, insanın yaradılışında vardır. İnsan, yaptığı iyiliğin bilinmesini ve ona karşılık verilmesini ister.
“Karşılıksızlık”, insanın yaradılışına aykırıdır. İnsan, amelinin karşılıksız kalmasını boşlukta kalmak olarak hisseder; boşluk ise insanın kendisini tehdit altında görmesine yol açar.
(Amelin karşılıksız kalması, ilahi adalete aykırıdır. Ameller, asla dünyevi ve uhrevi karşılığın alanı dışına çıkmaz.
İnsan, ya sadece Allah (cc) için amel eder; amelini ilahi rıza dışındaki her şeyden arındırır; ki bu ihlâstır ya da ilahi rıza peşindeymiş görüntüsü verip insanların beğenisi peşinde koşar, bu da riyadır.)
Ödül, sadece maddi bir karşılık değildir, bazen takdir edilmek maddi ödülden çok daha değerlidir.
Takdiri açığa vurma biçimleri farklıdır (ve bunlardan her birinin insan üzerinde etkisi vardır.)
Takdir, maddi bir karşılıkla beyan edilebilir. Örneğin bir ücret vermek, bir hediye sunmak takdiri beyan biçimlerindendir. Bununla birlikte bir gülümseme, bir alkış, bir övgü de takdir beyanında güçlü birer araçtır. İnsan, eylemi karşısında bunlardan birini, birkaçını veya hepsini talep edebilir. Bunlardan birine ulaşmak için gayret gösterebilir.
Dolayısıyla bunların her biri ihlâs-riya zıtlığında birer imtihan aracıdır.
Muhlis olmak, bir üst kimliktir. Bu kimliğe ulaşmak, kişinin sıradan insanın ilgi duyduğu bu takdir biçimlerini aşarak eylemlerinde sadece yüce Rabbinin rızasını amaçlamasıdır.
Amel konusunda iki ana unsur vardır: Harekete geçiren ve hareket eden. Hareketi sağlayan; harekete geçiren kaynağın tahrik ediciliği ile o tahrik edici kaynak arasında kurulan ilişkidir. Harekâtın niteliğini, hareket edenin tahrik edici unsur olarak neyi seçtiği belirler.
Bizim amellerimizde tahrik unsuru nedir? İlahi rıza mıdır ve o rızanın neticesinde alınacak ilahi ödüller midir? Yoksa insanların vereceği ücret ve sunacakları hediyeler midir? Ya da amelin karşılığında beklediğimiz bir gülümseme midir, bir alkış mıdır, bir övgü sloganı mıdır? Ya da bunların hepsi bir araya gelince mi bizim için tahrik unsuru oluşuyor?
Muhlis olmak, kişinin harekete geçiren unsur olarak, tahrik kaynağı olarak sadece ilahi rızayı bilmesi ve ilahi rızanın neticesi dışında gelecek takdir beyanlarına ilgi duymamasıdır.
İyilik yapmakta istikrara ulaşmak (zaman ve mekân değişkenliklerinden kurtulmak) ancak “ilahi rıza” sabitine yönelmekle mümkündür. İlahi rıza sabitine yönelmek, kişiyi beşeri müdahalelerin yörüngesinden çıkarıp mutlak itaat halindeki varlıklarda olduğu gibi sabit bir salih amel yörüngesine yerleştirir.
Bir amel toplumsallaştıkça, bir amelin topluma dönük yönü çok oldukça o amelde ihlâs imtihanı büyür. Oruçta ihlâsı yakalamak, namazda ihlâsı yakalamaktan; namazda ihlâsı yakalamak, zekâtta ihlâsı yakalamaktan, zekâtta ihlâsı yakalamak tebliğde ihlâsı yakalamaktan kolaydır. Şeytani bir eğilim olarak insan beğenisi beklentisi, kendisini en çok tebliğde hissettirir. Çünkü tebliğ doğrudan topluma dönük, neticesi tam olarak toplum üzerinde gözlenen salih bir ameldir.
Biz, salih amelde istikrarı kaybetmişsek, bizdeki bir salih amele son verdiysek bunun sebebi nedir? Bizim o salih amelden vazgeçmemiz hangi beklentimizin gerçekleşmemesinden kaynaklanıyor? İlahi rızaya ulaşma beklentisi mi yoksa insan beğenisi beklentisi mi?
İnsan, insanların takdirine bağımlı oldukça, tahrik unsuru olarak insan beğenisine odaklandıkça eylemleri zaman ve mekân esaretine girer. Bu esarete giren kişi, insan beğenisini kazandığı yer ve zamanda harekete geçer, bu beğeniden yoksun kaldığında hareketten vazgeçer.
İnsan, eksiktir; unutur, haset eder, haksızlık eder, yanlış tartar, yanlış ölçer, dolayısıyla insan takdirine odaklanan birinin hareket sürekliliği tehdit altındadır.
İnsanlara endekslenen, tiyatro sahnesindeki oyuncu gibidir, tiyatro oyuncusu seyredildiğine inanıyorsa oynar, seyredilmediği vehmine kapıldığında oyunu bozar.
Biz kaç kez salih amelde tiyatro oyunculuğu basitliğine düştük? Oyunu kaç kez ve niçin bozduk? Kula kulluğun, bir perde altında, ideolojiye dönüştürüldüğü bir çağda yaşıyoruz. İster “ulus” densin, ister “kamuoyu” eylemleri toplum beğenisine endekslemek, çağın en etkin eylem felsefesi olmuş. Gösteriş, bir sanat haline gelmiş. Haklılık ve haksızlık, toplum beğenisine ulaşma ile ölçülüyor. İyiliğe yönelten kaynak olarak ilahi rızayı seçmek, garipseniyor, kınanıyor, kuşkuyla karşılanıyor, cezalandırılıyor.
Eski putperestler, bir muvahhidi, sadece Allah (cc)’a kul olmaktan vazgeçirmekte ne kadar hırslı idiyse modern çağ, mü`mini sadece ilahi rızayı elde etme isteğinden vazgeçirmekte o kadar hırslıdır.
Sanki çağın bütün tuzakları, muhlis mü`minin davranışına ilahi rıza dışında etkenlerin yön vermesi için ayarlanmış. İlahi rızayı ihlâsla amaçlayanların önlerine alayla, tehditle, eziyetle, sahte övgüyle, mal mülk vaadiyle, önderlik vaadiyle çıkılıyor.
İman ehline sanki ilahi rıza dışında ne dilersen dile, deniyor. Acaba çağın etkin güçleri sadece ilahi rızaya ulaşma amacından (ihlâstan) neden bu kadar çok endişe duyuyor? Ona karşı neden tedbir üzerine tedbir geliştiriyor? İhlâsta mü`minler için nasıl bir enerji kaynağı buluyor? O enerji kaynağında kendisi için nasıl bir tehdit görüyor? Bu, ayrıca araştırılmaya değerdir.
ÇAĞIN İHLÂSA YAKLAŞIMI
Beşer beğenisinin doğruluk, haklılık ölçüsü yapıldığı bu çağda ihlâs konusunda bir dizi tutum var:
1- İhlâsa düşman tutum; dünya işlerinin hiçbir yönüne ilahi rızayı karıştırmamayı hedef edinenlerin tutumudur. Modern çağın sapmış insanı için, hayatını ilahi emirler doğrultusunda düzenlememek bir ilke haline gelmiş, bir fikriyat, bir ideoloji olmuş.
Modern çağın en etkin ideolojisidir bu. Üstelik bu, tahakkümcü bir ideolojidir, sadece kendi mensuplarının davranışlarını ilahi rızadan uzaklaştırmakla kalmıyor, bütün insanlığın davranışlarını ilahi rızadan uzaklaştırmak için yasalar çıkarıyor, cezalar belirliyor, krediler, teşvikler veriyor, soğuk ve sıcak savaş yürütüyor.
Ne yazık ki mü`minin davranışları bu savaştan etkileniyor.
2- İhlâs iddiasıyla topluma dönük hiçbir şey yapmamayı seçen tutum.
Oysa ihlâs, topluma dönük hiçbir şey yapmamak değil, topluma dönük her şeyi Allah (cc) rızası için yapmaktır.
Bu noktada ihlâs, topluma dönük çalışıp toplumun hidayet bulması için gayret gösterip buna karşılık toplumdan hiçbir şey beklemek ve toplumun tutumundan etkilenmemektir. Hem topluma dönük çalışıp hem de kendini toplumun etki alanı dışına çıkarıp toplumun yersiz övgü ve eleştirisine değer vermeyip salih emelden dönmemektir.
3- Toplumun kendisinden memnun olmamasını ihlâslı olmaya delil saymak… Bu, kaynağını duygulardan alan bir tepkidir. Çünkü gerek günümüzde gerek geçmişte kitlelerin insani tutumları;
a- Ya açıkça
b- Ya gizlice
c- Ya kişinin sağlığında
d- Ya ölümünden sonra mutlaka takdir ettiğini gösteriyor.
Toplumun bu takdiri için onun Müslüman olması gerekmiyor. Dolayısıyla toplumun birinden nefret etmesi de onun ihlâslı olduğunu göstermez. (Peygamberimizin doğruluk, fedakârlık gibi insani yönlerinin kâfirlerce takdir edildiği herkesçe biliniyor.)
4- İlahi rızaya düşmanlığın ideolojiye dönüştüğü bu çağda ilahi rıza doğrultusunda çalışma iddiasında bulunup kendisini iyiliğe yönelten güç olarak Müslümanların ilgisini ve takdirini belirlemek… Müslümanlardan ilgi ve takdir görüyorsa iyiliğe devam etmek, bunu görmediğinde iyiliğe son vermek… Allah (cc) korusun, bu iflasın ta kendisidir; zira bütün dünya Müslümanları bir araya gelse bir tek salih amelin karşılığını veremez.
5- Bu gösteriş çağında “ihlâslı olamam” endişesiyle topluma dönük salih amel işlemekten kaçınmak… Bu, bir kişilik zafiyetidir.
6- İhlâs iddiasıyla amellerini Müslümanları rahatsız edecek şekilde yapmak… Diğer bir ifadeyle “beğeni ihlâsıma zarar verir” bilinçli ve bilinçsiz önyargısıyla beğenilmemeyi amaçlamak… Bu da başlı başına bir kişilik problemidir.
İhlâs negatif değil, pozitiftir. İhlâsta esas olan beğenilmeme değil; yüce Allah (cc) tarafından beğenilmedir, Onun rızasını kazanmadır. O rıza sünnetullah gereği beraberinde bazı rızalar ve bazı düşmanlıklar getirir. Peygamberler, evliyalar ve diğer salih kişiler, ilahi rızayı hedefleyenlerden razı olur. Bu rızadan korkmak doğru olur mu hiç?
Şeytan ve dostları ise ilahi rızayı hedefleyenden rahatsız olur; onlara düşman olur. İhlâslı mü`min, şeytanın yenemediği kişidir. Şeytanın yenemediği birinden rahatsız olmasından daha tabii ne olabilir?
Çağın bu tablosuna bakıp kendimize sormak durumundayız; Ben, hayatım boyunca hangi davranışlarımı sadece Allah (cc) rızası için yaptım? En son hangi davranışıma riya karıştı? Riya, bana ne kazandırdı?..
Yüce Allah (cc) buyuruyor:
“Ey kavmim! Buna karşı ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Hala aklınızı kullanmaz mısınız?” (Hud: 51)
“İblis; Rabbim! Beni azdırmana karşılık andolsun ki yeryüzünde günahları onlara cazip göstereceğim, onların hepsini azdırmaya çalışacağım, dedi. Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnadır. Allah (cc) şöyle buyurdu: Benim cennete götüren ve gidenlerini koruduğum yolum budur.” (Hicr: 39-41)
“Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse biz onlara orada amellerinin karşılığını tamamen öderiz ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki ahrette kendilerine ateşten başka bir şey yoktur. Yaptıkları bütün ameller de orada boşa gidecektir. Zaten bütün yapmış oldukları şeyler boştur.”(Hud: 15,16)
Hz. Ali (r.a) buyurdu ki; “Riyakârın dört alameti vardır; tek başına iken ağırdır, toplumun içinde iken hızlıdır, övüldüğünde amelini artırır, eleştirildiğinde azaltır.”
Hikmet ehlinden birilerine sordular; “Muhlis kimdir?” “Muhlis, iyiliklerini günahlarını sakladığı gibi gizli bırakandır”, dediler.
Hikmet ehline sordular: “İhlâsın en büyüğü nedir?” “İnsanların övgüsünden etkilenmemendir” dediler.
Şekik bin İbrahim el Zahid dedi ki: “Amelde ihlâs üç şey iledir. İlki; amelin yapılmasına izin verenin Allah (cc) olduğunu bilmektir. Bu, ucbu kırar. İkincisi; amele Allah (cc) rızası için başlamaktır. Bu, amelin yapılmasında nefse uymayı engeller. Üçüncüsü ise; karşılığın sadece Allah (cc)’tan beklenmesidir. Bu da riyaya düşmeyi engeller.”
Bazı âlimler, amelin kabulü dört şey iledir, dediler: başlamadan önce ilim, başında niyet, ortasında sabır, sonunda ihlâs. Zira ilimsiz ve niyetsiz amel batıldır; sabırla sürdürülmeyen amel itminanı sağlamaz, ihlâssız ameli de Allah (cc) kabul etmez.
Hamid el Lefaf dedi ki: Allah (cc), bir kulu helak etmek istediğinde onu dört şeye uğratır. 1- ona ilim verir, ama onu âlimler gibi amel etmekten men eder. 2- ona salihlerin sohbetini nasip eder. Ama onu onların bilgisinin hakikatinden mahrum bırakır. 3- Ona ibadetin kapılarını açar. Ama onu ihlâstan engeller.
Ebu Leys Es Semerkandi buyurdu ki; kim ahirette amelinin karşılığını bulmak istiyorsa onun amelini riyasız, ihlâsla Allah (cc) için yapması gerekir. Sonra amelini unutur ki ucb (kendini beğenme) onu iptal etmesin (boşa çıkarmasın). Zira ameli korumak, amel işlemekten daha zordur.
18. Şuur Öncesine Dönüş
İmam Hasan el-Benna (Allah (cc)’ın rahmeti onun ve salih kuşağının üzerine olsun) hatıralarında “edip, âlim, fakih, tatlı dili, güzel konuşan” bu sıfatlarıyla, Müslüman Kardeşlerin nadide okulu Hira Enstitüsü’ne öğretmen tayin edilmiş bir hocadan ibretle söz eder.
Aslında Suriyeli deneyim sahibi âlim ve eşraf eş-Şeyh Muhammed Said el-Arafi daha önce İmam’ı uyarmış, ona “İki tür kişiden sakın ve onları kendileri de gelse hiçbir zaman davanın saflarına alma. Bunlardan biri salih bir kişi olsa bile hiçbir inancı olmayan inkârcıdır. Böyle bir kimsenin düzelmesini ummak, akidesiyle tamamen sizden uzak iken imkânsızdır. Diğeri ise otorite tanımayan ve itaatin ne demek olduğunu kavramayan salih bir kimsedir. Böyle bir kişi, münferit olarak faydalı olabilir, tek başına bir işte başarı sağlayabilir, fakat cemaatin ruhunu bozar, salihliğiyle onları aldatır, muhalefeti ile cemaati dağıtır. Bu tür kişilerden cemaatin saflarına sokmadan yararlanabilirsen yararlan. Aksı halde saflar bozulur ve çalkalanır. Halk bir kimsenin safın dışına çıktığını görürse bir kişi ayrıldı, demez de safın kendisi eğridir, der.” demiş. (1)
Ancak İmam o dönemde gençtir, onun yetenekli insanlara ihtiyacı vardır ve sürekli kendisine yeni insanlar gelmekte ya da önerilmektedir. İşte böyle bir ortamın ürünü olan hoca İmam’ın başına olmadık işler getirir.
Şuur hali, bir yücelmedir; ona çıkmak için enerji tüketmek gerekir. Şuursuzluk hali ise bir çukurdur. Kişinin ona düşmesi için “kendisini salması” yeterlidir. İnsan, şuurunu bıraktığı an, şuursuzluk çukuruna yuvarlanır.
Şuurdan uzaklaşmak iki türlüdür:
1-Şuurdan anlık kopuşlar yaşamak
2-Şuur öncesine dönmek
Birincisi “gaflete düşmek” sınırları içinde görülebilir. Gaflet, yaşanılabilir bir haldir, “anlık” bir “kontrolsüzlük”, bir “iç denetim dışına çıkış” problemidir.
Gaflete düşmenin çok sayıdaki sebebinden birkaçı şunlardır:
1.Korku: Ani korku karşısında şaşkınlık yaşayan kişi, insani şuur kaybına uğrayarak bir an için bütün mukaddes değerlerini unutarak sadece kendisini kurtarma derdine düşebilir. Mü`min bir insan Allah (cc) yolunda savaşta, bir anlık dalgınlıkla düşmana sırtını dönmesi gibi… (halini gördüğü an, şeytana lanet okuyacak ve mevzisine geri dönecektir.)
2.Öfke: Kişi öfkelenince (sonradan edindiği şuuru kaybeder) babasının alışkanlıklarına geri döner, derler. Tanıdığınız biri, öfke halinde, ancak şuursuz bir kişinin edebileceği hakaretleri, küfürleri edebiliyor. Bir anda “Bu da ne?” diyecek bir duruma düşüyorsunuz. Çünkü o, asla ondan beklemediğiniz ancak halktan birinin söyleyeceği sözler söylemiştir. (Muhtemelen öfke hali geçince kendisi de utanacak, defalarca özür dileyecektir.)
3.Aşırı Sevinç-Keyifleniş: Nefsanî arzulara kapılma halidir. Esprilere dalan bir kişinin ortamdan keyif aldıkça bulunduğu düzeyden beklenmeyen sözler söylemesi, bu halin bir neticesidir.
4.Haset: Kardeşindeki bir nimete göz dikenin (hırslanma halinin şuur halini bastırarak) onun hakkında iftiralar üretip yayması gibi. Normal koşullarda o iftiraların o kişi tarafından üretilmesi asla beklenemez. Bununla onda işlenilen takva düzeyi arasında ağır bir çelişki vardır. Ama o, bir kez düşmüştür; şuur onda etkisiz eleman olmuş.
Bu hallerde kişinin yaşadığı nedir? Nasıl izah edilebilir onun durumu? En doğrusunu Allah (cc) bilir, şüphesiz ki O, kulları hakkında en geniş bilgiye sahiptir; kullarının içlerinde sakladıklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Ancak araştıran kulların bildiği şudur:
Kişide akıl ile nefsanî arzular / duygular arasında bir çekişme vardır. Kişi, duygularına, nefsanî arzularına kapılınca şuurun bağlı olduğu akıl geri plana çekilir.
İnsanın duygu (nefsanî arzu) yanı anlık tatmine bakar. Nefsanî arzunun, geleceğe bakma kabiliyeti yoktur. Bir anlık bir tatmin olma hali, nefis için cennet bahçelerinden tatlıdır.
Denetimsiz duygu coşkusuna kapılan kişi, içinde bulunduğu ortama göre (olumsuz) davranır. Yaptığının doğru olmadığını, ancak korkusu geçtiğinde, öfkesi dindiğinde, espri ortamı son bulduğunda, keyfini bozan bir neticeyle karşılaştığında, hasedin düşük hali ona hatırlatıldığında ve şuur onda yeniden galip geldiğinde anlar.
Anlatılanlardan anlaşıldığı üzere burada ifade edilenlerin “gaflete düşme” sınırları içinde görülmesinin iki koşulu vardır:
1- Bu davranışlar, uzun bir süreye yayılmamalı. Birbirinden kopuk zamanlarda yaşanmalı.
2- Kişi, durumunu kendiliğinden veya emr-i bil maruf, nehy-i anil münker neticesinde fark ettiğinde yaptığından utanmalı, pişmanlık duymalı ve tövbe etmeli.
Bu,
FİKİR DEĞİŞTİRME DEĞİLDİR
“Şuur öncesine dönüş”, kişinin içten veya dıştan gelen uyarılara karşı duyarlılığını yitirerek gafletin onda süreklilik kazanmasıdır.
Şuur öncesine dönen kişi, artık (bazen) gaflete düşen (zayıf) biri değildir; gafilin ta kendisidir.
Ondaki bu hali, inanç veya fikir değiştirmek olarak değerlendirmek de yanlıştır. İnanç, değiştirmek, bir insanlık halidir. İnsanların iman etmeleri mümkün olduğu gibi, irtidat etmeleri de öfkelenilecek-üzülecek bir durum da olsa insanlık gerçeği açısından içinden çıkılmayacak bir durum değildir.
“Fikir değiştirmek” ise dışarıdan nasıl görülürse görülsün kişinin kendisi açısından “bir şuur halinden başka bir şuur haline geçiş”tir. Bu, uygun sebepleri olduğunda ve esintiye göre yön almaya dönüşmediğinde sıradan bir insanlık halidir.
“Şuur öncesine dönüş”, bunlardan farklıdır. Bu hale düşen kişinin inancından veya fikrinden vazgeçmesi söz konusu değildir. Onda inançta, fikirde, hatta bilgide davranış değişikliğini gerektirecek bir değişim izleyemezsiniz. Bu esaslarda geçmişte ne ise bugün de odur. Onun halini irtidat edenin ya da fikir değiştirenin halinden daha şaşırtıcı kılan da bu “ikilik”tir. Onda tam anlamıyla bir iç hapis, bir hücre oluşmuş. O, inancını, fikrini, ilmini kendi içinde oluşturduğu o hücreye tıkamış; orada mahpus halde, pasif halde tutuyor ve etkisizleştirilme başarısından (!) istifade ederek nefsanî arzular koridorunda, duygu boşluğunda” yaşıyor.
İrtidat eden veya fikir değiştiren kendisindeki bir şeyi “nesh” eder, onun yerine yeni bir şey alır. Hâlbuki şuur öncesine dönen, geçmişi hem üzerinde taşır hem ona aykırı davranır.
Şeytan, bir kez onun kalbine girmiş, o da “zikre sarılıp şeytana karşı tedbir almaktansa ona yol vermiş, onun önünü açmış nihayetinde şeytan onun şuurunu mahpus tuttuğu hücreye nöbetçi olmuş, onun kalbi üzerinde oturmuş, orada tahtını kurmuş, onun aklı işlemiyor, duyguları ise şeytani yönde yol alıyor.
Onu bu hale düşüren,
Korku ise, onda zarar verme yönünde hayvansal bir hal yaşanır. Açlıktan ölme korkusundan yavrularını yiyen bir hayvan gibi bu kişi de dünya hayatından kopma korkusuyla kardeşlerine zarar verebilir.
Öfke ise, onda vahşi bir hayvan gibi korkunç bir saldırganlık gözlenebilir. Şuur halinde iken olumlu yönde ne kadar cesur ise bu halde kötülük yapmakta o kadar cesur olabilir.
Haset ise, akla gelmedik desiseler içine girebilir.
Keyiflenme hali ise, en aşağılık nefsanî arzulara teslim olabilir. Hem de eski inanç, eski fikir, eski bilgi onda var olduğu halde…
Şuur öncesine dönenlerin en tehlikesizleri, “arada kalanlar”dır. Onlarda ne bir iyilik var ne de bir kötülük… Bir uyuşma halindeler. Şeytan, onlara o hallerini tatlı gösterir. Onlar, kendilerini o halde mutlu zanneder. Dış ve için uyarılarından tiksinti derecesinde rahatsız olur; dış uyarılara tepki göstererek, iç uyarıları ise haram sınırları – ya da büyük günah sınırları – içine girmeyen ancak düşünceyi uyuşturucu etkinlikler yaparak savarlar.
Gerek dış gerek iç uyarıyı etkisiz hale getirmeyi “şükür bir daha kurtuldum” diyerek sevinçle karşılarlar.
Yüce Allah (cc), kendilerine bir yol göstermeye ya da ecel kendilerini buluncaya kadar bu halde debelenip dururlar.
_________________
1. Hatıralarım, Hasan el-Benna Beka yay. S:171
2. Aynı eser s:208–236
19. Bir Yahudi Teşviki Olarak Gıybet
“Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin tecessüsünü yapmayın, birbirinizin gıybetini yapmayınız. Sizden biri ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun, şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.” (Hucurat: 12)
“… Bir grup sahabe yanlarından ayrılan arkadaşlarının ardından konuştular. Sonra Hz. Resulullah aleyhi`s-salatu ve`s-selama gidip ‘Biz şu kadar gündür et yemedik’ dediler. Hz. Resulullah aleyhi`s-salatu ve`s-selam; ‘Siz şimdi kardeşinizin etini yediniz, dişlerinizin arasında o etin kalıntıları vardır, hatta o etin kırmızılığı yüzünüzde görünüyor’ dedi.” (El Müstedrek)
“Hz. Resulullah(salallahu aleyhi ve sellem)’ın zamanında kötü kokulu bir rüzgâr esti. Hz. Resulullah aleyhi`s-salatu ve`s-selam ‘münafıklardan bir grup, Müslümanlardan bir grubun gıybetini yapıyor. Bu kötü kokulu rüzgâr ondan esiyor’ buyurdu.” (Buhari)
“Hz. Resulullah (salallahu aleyhi ve sellem) ‘Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?’ diye sordu. Ashab; ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir’ dediler. Resulullah(salallahu aleyhi ve sellem); ‘Kardeşinizi hoşlanmayacağı bir şeyle anmanızdır’ buyurdu. ‘Bizim söylediğimiz kardeşimizde varsa ne dersiniz?’ dendi. Resulullah; ‘Söylediğiniz onda varsa muhakkak onun gıybetini yapmışsınız. Söylediğiniz onda yoksa bu durumda muhakkak ona iftira etmişsiniz’ dedi.” (Müslim)
Yahudilerin projesini çizip mimarisini öz elleriyle tamamladıkları modern çağ, bizi öylesine etkisi altına aldı ki, bizi öyle değiştirdi ki doğruluk-yanlışlık, hafiflik-ağırlık ölçülerimiz değişti. Allah (cc)’ın ve Resulü(salallahu aleyhi ve sellem)’nün yanlış bulduğunu doğru; ağır bulduğunu hafif bulmaya başladık.
Yahudi, çağ üzerindeki iktidarını sürdürmek için, pek çok aracın yanında bir de ‘magazin’ diye bir şey üretti.
Nedir magazin? Gıybettir, dedikodudur. İnsanlar, gıybetle, dedikoduyla eğlenip uyuşurken, birbirlerinden nefret edip parçalanırken Yahudi, çağ üzerindeki iktidarını sürdürecek.
Bu, bir komplo teorisi değil. Ya da “Her kötülük Yahudi’den gelir” yaygın kanaatinden ulaşılan bir kanaat değil. Öz be öz bir tespittir, delilli, ispatlı bir doğrudur.
Magazin dergi ve gazetelerinin künyelerine bakın. O dergi ve gazetelerin ya kurucuları ya bizzat mevcut sahipleri Yahudi`dir. (Ya da onların reklam vericisi olarak sponsorları Yahudi’dir. Neredeyse istisnası yok. Hitler öncesi Avusturya, Almanya’sında böyleydi. Bugün Avrupa’da da böyledir. İslam dünyasında da böyledir.)
Yahudi, hem magazin satıcılığından para kazanıyor. Hem onunla insanları duyarsızlaştırarak, uyuşturarak ve en kötüsü onların ölçülerini bozarak insanlık üzerindeki iktidarını sürdürüyor.
Bu magazin çağında öylesine bir duyarsızlık oluştu ki, ölçülerimiz öylesine değişti ki, ölçülerimiz öylesine bozuldu ki…
Yüce Allah, gıybeti mü`minin kendi ölü kardeşinin etini yemesine benzetiyor.
İnsan eti yemek… Kişinin ölü kardeşinin etini yemesi… İslam, insanlığa ne kadar yakınsa bu, insanlığa o kadar uzak bir hal…
Modern Yahudilik ne kadar iğrençse bu o kadar iğrenç bir hal… Modern Yahudilik üretimi alışkanlıklar, İslam’a ne kadar ters ise bu, İslam’a o kadar ters bir hal…
Allah’ın Resulü(salallahu aleyhi ve sellem), gıybet yapanın dişlerinde kardeş etinden izler görüyor, kardeş etinden kızarıklığı yanaklarda gösteriyor…
Kişinin dişleri arasında kardeşinin etinden parçacıklar… Kişinin yüzünde kardeşinin etiyle beslenmesinden gelen kızarıklık…
Sözünü etmek bile o kadar ağır ki, o kadar ezici ki…
Ama biz bu Yahudi alışkanlıkları çağında kardeşimizin ardından söylenen bir kötü söz için “Ne olmuş ki! Bir iki laf işte… Bundan ne çıkar ki? Kötü niyetimiz yok, lafın gelişi maksat! Konuşuyoruz yani… Zaman geçiriyoruz… Sohbet hoş olsun, boş olsun, dedik” diyebiliyoruz.
Kardeş eti çiğnemeyi basit görmek… İslam’ın insanlığına o kadar yükselip o insanlıktan bu kadar aşağılara düşmek… Elimizdeki bu ölçü kimin? Kimin tartısıyla belirliyoruz ağırlığı, hafifliği? Dünyaya kimin penceresinden bakıyoruz? Doğruluğu eğriliği kimin cetveline vuruyoruz?
Ölü kardeş etini yemek… Kur`an-ı Kerim’de bireysel tutumlarla ilgili en ağır tasvirdir bu. Bunda hikmet aramak gerekmez mi? Bizim “konuşuyoruz işte!” diye hafife aldığımız şeyi Rabbimiz niye bu kadar ağır bir tasvirle tasvirlemiş?” diye tefekkür etmemiz gerekmez mi?
Bizzat biz faili olduğumuz gıybete bakalım, göreceğiz ki o aklın eseri değil, ilmin eseri değil, bir ihtiyacın eseri değil, öz be öz nefsin eseridir.
Gıybet yaparken bir haz alıyoruz. “Aslında söylemek istemezdim. Belki gıybet de olur, Rabbim gıybetten yazmasın!” diyerek o haz için hazırlık yapıyor, ruhsatlarla ona kapı aralıyor, ardından dilimize ne geldiyse onu söyleyerek o hazzı tatmaya başlıyoruz. Söyleyince rahatlarız, rahatlama şöyle dursun, keyifleniriz, zevkleniriz… Akıl ağırlığından, ciddiyet ağırlığından nefsin aldatıcı sahasına geçmenin hafifliğine teslim oluruz… Nefis, sadece haz peşinde ve biz onu ona doyuncaya kadar yediririz.
Mü`minin mü`min kardeşini, hazzına malzeme edinmesi… Olacak şey mi? Hangimiz buna razı olabilir ki? Ama nefsin haz talebi galebe çalınca “gaflet” dediğimiz “şuurun alt olma, şuurun etkisizleşme haline gireriz. Nefsine yenilip büyük günah işleyen biri gibi… Ama bir farkla… Büyük günah işleyen, onda azıcık bir iman varsa gaflet halinden çıktığında pişmanlık duyar. Oysa modern Yahudi alışkanlıkları çağının magazinsel yapısı, ölçülerimizi öylesine bozmuş ki biz gıybet yaptığımızın farkına bile varmıyoruz, hatta kimi zaman gıybetle İslam’a hizmet bile ettiğimizi sanacak duruma düşüyoruz.
Gıybetin Nefsanî Etkileri
Gıybet edende, bir mü`mini diğer Müminlerin nazarında düşürme isteği vardır. Bu isteğin kaynağı genellikle hasettir. Gıybet eden gıybet ettiği kişideki bir üstünlüğü kıskanıyordur. O kıskançlık, onu o mü`mini kötülemeye götürüyordur. Ya da şeytan kalbimize girmiş de biz onun farkına varmamışız. Biz gıybet yaparken Müslümanları birbirine düşürmek istiyoruzdur da gıybet o bozgunculuğumuzun bir aracı olmuştur… Hangimiz, böyle bir bozgunculuğun faili olabiliriz ki? Şeytan kalbimize girip disiplinimizi kaybettirince herhangi birimiz… Ne yazık ki herhangi birimiz…
İslam, bir disiplindir. Bu mükemmel din, Müslüman’ı bütün uzuvlarıyla disipline eder. Müslüman’ın hayali bile başıboş olmayacak, tecessüs peşinde koşmayacak… Dili boş söz söylemeyecek. Eli bir şeye şuursuzca uzanmayacak ve nihayetinde o mükemmel dinin mükemmel bir mensubu olacak.
Rabbimiz buyuruyor: “Bilmediğin bir şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi ondan sorumludur.(İsra: 36)
“İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyici, onu yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf: 18)
İslam, Müslüman’ı işte bu üst şuura erdirmek ister. Şeytan ve onun modern Yahudi dostları, Müslüman’ı bu disiplinden uzaklaştırmak için didiniyorlar. Müslüman’ın dünya ve ahiret saadeti o disiplindedir. Ve onlar, o saadetin baş düşmanıdır.
“Özgür ol!” diyorlar; hayalin serbest olsun… Kulağın serbest olsun… Ağzın serbest olsun… Elin serbest olsun.. Bizi aldatıyorlar. Bu, “kendini sal ki seni bağlayalım, senin bize saldırmayacağından emin olalım” demekten başka bir şey değil.
Bizi onlara karşı üstün kılan İslami disiplindir. Bizi yenebilmek için o disiplinden yoksun bırakmak istiyorlar;
“Bir sahabe Resulullah(salallahu aleyhi ve sellem)’a sordu: Ey Allah’ın Resulü! Müslümanların en faziletlisi kimdir? Allah’ın Resulü cevap verdi; Müslümanların elinden ve dilinden selamette olduğu kimsedir.” (Buhari)
Şeytan ve onun modern Yahudi dostları, bizi magazin gevşekliğine, başıboşluğuna, salmışlığına alıştırıyorlar ki biz o faziletten yoksun kalalım. Duyarsız bir edayla “Ne olmuş, konuşuyoruz işte” diyelim. Müslüman’ın dilimizden selamette olmasını ciddiye almayalım… Oysa “kılıç yarası geçer dil yarası geçmez” demişler.
Yüce Rabbimiz, Ahzab Suresi 19’da, Savi Tefsiri’nin açıkladığı üzere, münafıkların Resulullah(salallahu aleyhi ve sellem)’a ve sahabelere yönelik dil sivriliğini kılıç darbelerine benzetiyor.
Ey Müslüman! Sen, kardeşinin bedenine kılıç darbeleri indiren birini görsen ne yaparsın? Ve, ya o darbeleri indiren bizzat sen kendin olsan…
Gıybet Bir Yahudi Kadını Etkinliğidir
Gıybet ve dedikodu, enerjiyi öldürür, insanı pasifleştirir, ondaki çalışma isteğini konuşma isteğiyle yer değiştirir. Bunun için Yahudilerin yön verdiği modern zamanda “gıybet”, “dedikodu” adı altında bir kadın uğraşı olarak bilinir. Takva ehli mü`mine kadınları tenzih ederim. Burada söz konusu olan; saray, köşk, yalı kadınlarıdır. Sahiplerinin bir metaı olmaktan başka hiçbir vasfı olmayan, sahibini eğlendirmekten başka hiçbir vazifesi olmayan kadınlar… Günün belli vakitlerini “çay saati” adı altında dedikodu saatleri olarak belirlerler. O saatleri dedikodu ile eğlenerek geçirirler. (Ki magazin dediğimiz modern şey de bu dedikoduların medyaya taşınmasıyla doğmuştur.)
Kadın o dedikoduyla evde durur, tembelliği onunla anlam kazanır. Dedikodu, bir iş yapmışçasına onu dindirir, onun, sahibini evde usluca beklemesini sağlar.
İşte şeytan ve dostları, Müslüman’ı insanlığın kadınlaştırıldığı bu çağda o kadınlar gibi yapmak ister. Bu kadınlıkta, etkisizlik vardır, tüketicilik vardır, cehalet vardır, sorumsuzluk vardır, eğlencelik bir nesne olmak vardır.
Ey Müslüman, hâşâ, sen Yahudi kadınlar gibi olmak ister misin? Senin de dedikodu saatin olabilir mi? Sen, Yahudilerin insanlığı kadınlaştırma programına razı mısın? Sen, o programın bir parçası olmak ister misin?
Gıybet Bir Fitne Aracıdır
Gıybetin niteliğini kimi zaman, gıybeti yapılan kişinin kimliği belirler:
1-Şeytanın modern Yahudi dostları, Müslümanları mezhep taassubuyla bölmek istiyor. Biz, belli mezhepteki Müslümanların gıybetini alışkanlık edinmişsek Müslümanları kâfirlerin lehine bölen bir mezhep taassupçusuyuz. (Biz mezhep gıybetçisiyiz)
2-Şeytanın modern Yahudi dostları, Müslümanları ırkçılıkla bölmek istiyor. Etnik kökeninden dolayı bir Müslüman’ın ardından konuşuyorsak, o etnik kökendeki Müslümanların ardında konuşmayı alışkanlık edinmişsek şeytan ve dostlarının ırkçılık ateşine odun taşıyan biriyiz. (Hucurat Suresi’ndeki ayet-i kerimenin Hz. Selman (radiyallahu anh) hakkında indiği, onun gıybetini yapanları konu edindiği rivayet edilmiştir. Bu durum, bizim ırkçı gıybetçiliğe karşı daha da uyanık olmamızı gerektiriyor mu?)
3-Şeytanın modern Yahudi dostları, aileyi yıkmak istiyor. Bizim gıybetimiz aile hayatını hedef alıyorsa biz bir aile gıybetçisi olarak şeytan ve dostlarına yardım edenler arasında yer almış oluruz.
4-Şeytanın modern Yahudi dostları, bize “demokratlık” diye sahte bir kimlik vermek istiyor. Kendi camiamızın arkasında konuşmayı alışkanlık edinmişsek biz, “demokratlık” kimliğini ispat derdine düşen bir gıybetçi sayılır.
5-(Şu çağda o kimlik hep yüceltilir, biz bu tutumla o yüceltme işlemine alet olan biri oluruz.)
Şeytanın modern dostları, camia ve birey değerlendirmesini kendi açılarından kurumlaştırmışlar. Değerlendirme; kurumlaşmışsa disiplin ve başarı getirir. Değerlendirme, herkesin işi haline gelecek bir başıboşluğa dönüşmüşse zıtlaşma ve geri kalma nedenidir. Acaba şeytan ve dostları, disiplinli olup başarıya ermemizi mi yoksa fitneye düşüp dağılmamızı mı isterler?
6-Kendi dışımızdaki camiaların gıybetini alışkanlık edinmişsek fırka gıybetçisi olarak solcu grupçuklara özeniyor sayılırız. (Hani küçük solcu grupçuklar vardır. Kuruluşları anlamsızdır. Varlık nedenleri yoktur. Onlar kendi dışlarındaki her grubu kötüleyerek “Herkes kötü olduğuna göre iyi biziz” safsatasıyla varlıklarını anlamlandırmak isterler)
İslam davası bu kadar basit olabilir mi? O çete tipi sol gruplara benzeyen iflah olur mu? Kapitalizm, onların mitozvari bölünmesiyle ayakta kaldı. Müslüman habire Müslüman’ın aleyhinde konuşursa Müslüman’ın dili şeytan ve dostlarının iktidarını sürdüren bir araca dönüşmüş olmaz mı?
Gıybet, öylesine enerji tüketen bir alışkanlıktır ki İslam âlimleri fasıkın gıybetini bile ancak onu tanıyıp ondan sakınmaya hizmet etmesiyle sınırlı tutmuş, daha fazlasını kerih görmüşler.
20. Yalan Bir Felakettir
Rabbimiz emrediyor:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin!”(Ahzab: 70)
Hz. Resulullah aleyhi`s-salatu ve`s-selam buyuruyor:
“Doğruya yapışınız! Muhakkak ki doğruluk iyiliğe götürür, muhakkak ki iyilik de cennete götürür. Kişi doğruya devam eder, doğrulukta ısrar eder. Nihayet Allah katında “sıddık” diye yazılır. Yalandan sakınınız! Muhakkak ki yalan, günaha götürür; muhakkak ki günah da ateşe götürür. Kişi, yalana devam eder, yalanda ısrar eder. Nihayet Allah katında “kezzab” diye yazılır.”(Buhari, Müslim)
Mü`min emin kişidir; iman tasdiktir(doğrulamadır). Mü`min olmak doğrulardan olmaktır, doğrunun yanında yer almaktır.
Yalancılık felakettir, Rabbimiz, yalanı putlara tapma ile birlikte anıyor.
“… O halde murdar putlardan uzak durun, yalan sözden de kaçının!” (Hac: 30)
Yalan söylemek, mü`min kârı değildir; münafığın niteliğidir. Hz. Resulullah aleyhi`s-salatu ve`s-selam buyuruyor:
“Her kimde dört nitelik birlikte bulunursa o tam münafıktır. Kimde de o özelliklerden biri bulunursa onda nifaktan bir özellik vardır: kendisine güvenildiğinde ihanet eder, konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünden döner, husumet ettiğinde azgınlaşır.”(Buhari, Müslim)
Yalan, tatlı bir oyun gibidir. Aldatmak, aldatabilmek, başkalarının aldandığını görmek yalancıya açık veya gizli bir keyif verir. Yalanının fark edilmediğini düşündükçe yeni yalanlar uydurur ve başlangıçta “zararsız” yalanlar uyduran biri iken zamanla her konuda yalan söyleyen biri olma noktasına sürüklenir. Mesleğine “küçük yalanlar”la başlayan o kişi, gün olur, hadis-i şerifte belirtilen “kezzab”lardan olur; Allah (cc) muhafaza, yüce kayıtlarda “çokça yalan söyleyen” diye kayıt altına alınır. Hangi mü`min Hesap Günü’nde kendisini o kayıt altında görmek ister ki? Hangi mü`min “Ey sadık kişi, ey sıddık kişi!” diye çağrılmak yerine “Ey Kezzab (ey çokça yalan söyleyen)” diye çağrılmak ister?
Zalimlerin en büyük zulümlerinden biri mazlumu yalan söylemek durumunda bırakmaktır; onu yalan söylemeye alıştırmaktır. Bu, mazlumu kendi kendisiyle çeliştirmektir; mazlum, doğruya çağıran biriyken onu doğruya karşı konumlandırmaktır.
Mazlum başlangıçta yalanın kendisi için bir kalkan olduğunu düşünür; onun arkasına sığınır. Oysa yalan, zamanla, onun ucunu kendisine çevirdiği bir mızrağa dönüşür, onun kişiliğini katleder, ahlakını, imanını kanatır.
Mazlum, yalana alıştıkça hem kendisi, kendisine güvenmez hem toplum ona güvenmez. Artık konuşurken sesi eskisi kadar güçlü değildir. Söyleyişinde yalan söyleme mahcubiyetinin titreyişi vardır. Toplum da onun “basit” de olsa bir yalanını tespit ettiğinde ona eskisi gibi güveniyor değildir. Toplumun güvensizliği onu olur olmaz yemin etmeye götürür. Başlangıçta “küçük yalanlar” söyleyen biriyken artık yalan yere yemin edecek kadar batmış biridir.
Zalimin, kendisine karşı mücadele eden bir mazlum için dileyeceği vaziyet bu batma vaziyetinden başka ne olabilir? Onun derdi mazlumun “etkisiz hale getirilmesi” değil midir? Mazlumun mızrağının mazlumun kendisine saplandığını görmekten, bir zalimi daha çok ne keyiflendirebilir.
Modern dilde buna “kendi kendisini tüketme” diyorlar ve modern zamanda “kendisini kendisine tükettirmek” zulmün en etkili araçlarından biridir.
Ruhsatların suiistimali yoluyla işlenen haramlar, İslam’a çoğu zaman açık haramlardan daha çok zarar verir. Ruhsat, bir araçtır, yalan söyleme ruhsatı, düşman aldatmak aracıdır. Ancak bu ruhsat suiistimal edildiğinde mazlumun kendisini aldattığı, kardeşlerini aldattığı bir araca dönüşür.
Kişi, önce zalimler karşısında zorunluluk hissettiği için yalan söyler. Bu, bir ruhsattır. Ancak nefis, ruhsatları suiistimal etmeye yatkındır. Ruhsatın dar yolunu gittikçe genişletir, haramla ruhsat arasındaki ince perdeyi yırtar, harama dalar. Başta Allah (cc) için yalan söyleyen, zamanla kendisi için yalan söylemeye başlar. Başta davası için yalan söyleyen, zamanla keyfi için, ticareti için yalan söyler.
Artık kişi, her nerede zorlansa, doğrunun yükünü taşımaktansa, doğruyu bulup ilan etmenin zorluğuna katlanmaktansa yalanın aldatıcı hafifliğine sığınır, yalanın aldatıcı kolaycılığına kaçar.
Yalan, “sorumsuzluk” yarası üzerine sarılan zehirli bir sargıdır. Kişi, kardeşine karşı sorumluluğunu yerine getirmektense onun sorumsuzluk karşısındaki tepkisini yalanlarla dindirmeye, o tepkiden yalanlarla kurtulmaya çalışır. Yalan söylemek, sorumluluğunu yerine getirmekten onun için daha kolaydır. Bunun için yalancılar, sorumsuz ve tembeldir.
Başta bunu gizlerken, utanarak, yüzü kızararak yaparken zamanla “küçük yalanlarını” çevresiyle paylaşır. Kendisiyle çevresi arasındaki güven ortadan kalkar. Artık konuşurken çevresi onu istihza ile dinler, onun doğrularını da sorgular, onun davasına sadakatini de sorgular.
“Yalancı bir İslam toplumu…” Böyle bir şey düşünülebilir mi? Değil elbette… Ama zulüm, böyle bir İslam toplumu hedefliyor.
Yalan, bir felakettir, onun yaygın olduğu yerde kurtuluş uzaktır. Onun tohumunu daha çimlenmeden yakmak gerekir. “Boğaz, dokuz boğumdur.” Mü`min sözünü söylemeden dokuz kez düşünmelidir. Yoksa zulmün yardımcısı olur; zalimin işini kolaylaştıran olur.
BİR CEVAP YAZ