Eğitim, Kültür ve Bağımsızlaşma
Eğitim politikaları, kültür politikaları ile bütünlük içinde her ülkenin aynasıdır; ülkenin rengini gösterir. Belki daha doğru bir ifade ile eğitim politikaları, bir ülkenin yol yön işaretleridir, ülkenin nereye gittiğini gösterir.
Eğitimin fikriyat iskeletini ise hiç kuşkusuz sosyal bilimler dersleri oluşturur. Özellikle dil ve edebiyat dersleri, bütün sosyal bilimleri ilgilendirmesi ile eğitim politikalarının fikriyat yönüne ayna tutar, tasarlanan geleceğe götürecek işaretleri mutlaka içerir.
Bir ülke, kendisini hangi köklerle ilişkilendiriyor? Bugün kendisini nasıl görüyor? Kendisini gelecekte nasıl görmek istiyor? Bu soruların cevabını ders kitaplarında görmek mümkün.
Üniversiteye giriş sınavları, zorunlu eğitimin kazanımlarının karşılık bulup bulmadığını sorgulayan, dolayısıyla her yıl zorunlu eğitimin minyatürünü sorular üzerinden yapan, eğitimin bir mikro resmini çeken sınavlardır. O sınavlara bakarak ülkenin kültür ve eğitim politikalarını; dolayısıyla ülkenin kendisini hangi köklerle ilişkilendirdiğini, bugün nasıl gördüğünü ve yarın nasıl görünmek istediğini görebilmeliyiz.
Yüksek Öğretim Kurumuna (YÖK) bağlı Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezinin (ÖSYM) sorumluluğundaki bu sınavların Türkçe-Edebiyat kısmında 12 Eylül’den sonra bile çok belirgin bir ideolojik dil kullanılmadı. Tüm sınav tarihi boyunca herhâlde Türkçe-Edebiyatta on kez Mustafa Kemal’le ilgili soru sorulmamıştır. Bununla beraber yakın bir döneme kadar anlam sorularında, resmi ideolojinin Tanzimat’tan bu yana benimsediği eğilim; çocukların bilinçaltını etkileyecek bir dille alttan alta işlendi.
Soru metinlerinde İslam öncesi ve İslam sonrası Türk edebiyat birikimine, bir folklor nesnesi gibi ya da bir müze malzemesi gibi değinildi. İslam edebiyatı tamamen dışlandı. Batı edebiyatı, bütün birikimiyle ve kutsanarak metinlere yedirilip sunuldu. Hepsinden daha önemlisi: Yerel olan her şeye yönelik ustalıklı bir aşağılayıcı Sol eleştiri getirildi; buna karşı Batı’ya ait her şey alttan alta kutsanarak verildi.
Son yıllarda bu eleştirel yaklaşım genel olarak terk edildi. Bunun için de edebiyat ağırlıklı soru metinlerinin yerini kısmen günlük yaşama bakan sorular aldı. Ama bu kez de,
Daha önce olmadığı kadar Batı dillerinden terim, metinlere girdi, Türkçe eğitimini olumsuz etkileyecek bir dil Batılılaşması metinlere sirayet etti.
Sıradanlığı ancak aşmış nice Batılı yazar ve akademisyen paragraf metinlerinde görülmeye başlandı.
Bu yıl ise kelimenin tam anlamıyla bir facia yaşandı: Dil eğitimi ile günlük yaşam arasında ilgi kurma adına; geçmişin derin yapıları tarafından popülerlik kazandırılmış bir pop şarkıcısı kadın ile adını ilk kez bu sınavda gördüğüm ve eşcinsellikle ilgisi bulunan bir popçu ile ilgili değerlendirme, divan ve halk edebiyatı ile mezcedilerek öğrencilerin önüne kondu, reklam edildi.
Nereden tutsanız tam bir facia çünkü;
Metinde adı geçen kadın popçu, İzmir odaklı nesilsel değişimin bir simgesidir. Yaşam tarzı ile geçmişten kopmayı, Tanzimat günlerinden bugüne amaçlanan değişimi simgeliyor. Dede, dindar belki bir cami görevlisi (müezzin), baba ve anne, modern muhafazakâr (tesettürü benimsememiş ama inançlı), kendisi ise milli değerleri müzelik bağlamında dahi önemsemeyen sol eğilimli “çağdaş kadın”. Bu pop şarkıcısı, yıllardır bu simge olma hâlinin ekmeğini yedi. Parasını bir tür sistemin fiili reklamı olma hâlinden kazandı. Bu çerçevede resmi ideoloji tarafından popülerleştirilip beslendi. Öte yandan aynı kadın şarkıcı, sayısı bilinmeyen evlilikleri ile aile yaşamının tüketilişinin de simgelerindendir.
Herhâlde “modern muhafazakâr” ailelerin bu tür çılgın çocuklarından sonraki nesli, Batı’yla uyum içinde daha da “çağdaş” düşünülüyor ki soruda o pop şarkıcısının yanına eşcinsellik yönü olduğu söylenen bir yeni nesil pop şarkıcısı yerleştirilmiş: Dede, alim veya din görevlisi; oğul modern muhafazakâr; torun pop şarkıcısı, torunun çocukları eşcinselliğe bile açık olacak kadar ultra modern, Batı’nın son versiyonu… “Dayatılan” silsile ne yazık ki bu.
Paragraf metninin tasavvufi yönü de olan bir divan şairi ile ilişkilendirilmesi ise tam bir skandal. Zira 12 Eylül sonrası liberal politikalardan bu yana “milli bir eşcinsellik” üretmeye çalışan bir yapı var. Eşcinsellik, Batı’nın son üretimi değil; bize ait tarihi bir gerçeklik, renklerimizden biri diye propaganda yapıyorlar. Bu soru metni ne yazık ki bilerek veya bilmeyerek bu yapının emellerine hizmet ediyor. Sol yanı bulunan bir pop şarkıcısı ve eşcinsellik yönü olduğu söylenen bir neo Batı kuşağı mensubu popçu ile Şeyh Galip’i aynı kareye alarak, onun da yanına halk türkülerini seslendirmesiyle milli sanatçı statüsü bulunan Neşet Ertaş’ı eklemek… “Hepsi de bizden” mantığına (!) bakıyor ki Batılılar bunu olumlu anlamda “salata” ile anlatsalar da bizde buna ancak “tırşık (!)” denir. “Tırşıkçılık” ise hiç de olumlu değil.
Ve dikkat edin: Bu, bir yüksek lisans veya doktora sınavı değil, lise son sınıf öğrencilerine yönelik bir kazanım değerlendirme ve yetenek belirleme sınavı…
MESELENİN ARKA PLANI
Haklı olarak kendimize, “Bunu niye yaşıyoruz?” diye soruyoruz. İşte ana etkenler:
1. Bilgi konusunda tepemize kâbus gibi binen kompleks sorununu aşamıyoruz. İslamî kesimin duayen yazarlarının bulunduğu bir ortamda tanıklık etmiştim. Mikrofonu eline alan her şahsiyet, söze Batılıdan alıntıyla başlıyordu. Dehşet verici bir hâl!
Bir düşünelim: Bir ülkenin önde gelen Hıristiyan yazarları toplanıyorlar ve ayağa kalkan her yazar, bir İslam önderinin sözüyle konuşmaya başlıyor!
Üstelik o yazarların sözlerini senet edindikleri Batılı düşünürlerden geri kalır bir yanı yoktu. Her biri, andığı Batılı düşünürün yazdıklarını hay hay yazabilirdi.
Öyleyse neden onları göklere çıkartıp onlardan ilham almaya çalışıyorlardı? Herhâlde, çağdan ne kadar haberdar Müslümanlar olduklarını ispatlama kaygısına düşüyorlardı. Aslında kendilerini bilerek öyle kuruyor değildiler. Bilinçaltından öyle kurulmuşlardı. Yani özellikle bir kasıtları yoktu ve bu, kasıtlarının olmasından da daha kötüydü. Zira, nihayetinde bu tutum, ne yaptığını bilmemek, farkında olmadan davranmak kapsamına girer ki… Düşünür konumundaki insanlarımız bu hâlde iseler, onları okuyan sair kişiler ne hâlde olurlar acaba?
Bu, zannedildiğinden çok daha büyük bir sorundur. Bütün sahaya yansıyan bir sorun…
2. Ülkenin bağımsız, tutarlı ve şamil bir kültür politikası yok. Bunun ilk kanıtı, kültür bakanlığının turizm bakanlığı ile bütünleştirilmesidir. Kültür işleri bir tür ticari tanıtım faaliyeti gibi değerlendiriliyor. Kültür bakanlığının Turgut Özal döneminde yaptığı hizmetler bile bu dönemde yapılmadı.
Kültür Bakanlığı, uzun süre Ertuğrul Günay isimli şahsın bakanlığında Sol çizgiyi sürdürdü. Sonra turizm bakanlığı ile bütünleşip edebiyattan tamamen elini çekti. Tiyatro ve sinema alanında ise eski solcu yazar çizerlerin “ılımlı” gibi görünen ama aslında paragöz tiplerini doyurma bakanlığı olarak kaldı.
Geçmişin eskimiş nice ismi, bu dönemde tekrar devlet tiyatrolarında ve sair yerlerde paraya boğuldu. Buna karşı, bu dönemde kayda değer bir tek tiyatrocu, sinemacı yetişmedi. Düşünce yüzeyselleşip popülerliğe teslim oldu.
İkinci kanıtı ise TRT dizileridir. Daha önce dizi yapacak para bulamayan bu kurum, bugün, Sol kalıntıların laçka dizileriyle halkın milyonlarını harcıyor. Yazık hem de çok yazık… Yapılan ne? Herhâlde günlük yaşamın ekrana yansıtılması diyecekler… Hakikatte ise tam bir rezalet… Halkı iyiliğe doğruya yöneltme yok… Nitelikli sanat eseri yok… Dil de edebî olma bir yana Türkçeye hakaret gibi. Manzara; arabesk ve “sevgenç” kültürünün biraz sol karıştırılmış pespaye bir hâli…
Üçüncü kanıtı ise edebiyat ders kitaplarıdır. 1950’li yıllardan bu yana ülkede edebiyat ders kitapları hiç bu kadar niteliksiz yazar çizer torbasına dönmemişti. Sanki aklını tatil etmiş biri, Ankara’da Sakarya caddesi, İstanbul’da İstiklal Caddesi meyhanelerini dolaşıp Sol masalardan yazar çizer ismi almış da “tarafsızlık olsun” diye ders kitaplarına tıkıvermiş. O ders kitapları ile ülkede Akif’in değil, Necip Fazıl’ın gençliği değil ancak Orhan Veli’nin edebiyatı meze bilen masa arkadaşları yetişir.
Dolayısıyla ÖSYM’nin tutumu, ÖSYM’ye özgü veya bireysel bir sapma değildir. Kültür politikalarının bir yansımasıdır. Ülkenin kültür politikalarının resmidir.
3. Milli Eğitim, YÖK, TRT denmeden bütün kurumlarda ehliyetsiz, makam düşkünü, fikriyatı olmayan, ameli güne göre ayarlanmış tiplerin siyasiler tarafından tercih edilip terfi edilmesi sorunun bir diğer yanını oluşturuyor.
Kültürden, düşünceden nasibini almamış bir yapı; şunun bunun kardeşi, yakını mantığıyla, kültür politikalarının en önemli kurumlarını yanar döner tiplere teslim ediyor.
Bu tipler namaz da kılsalar oruç da tutsalar, gerçekte her şeyleri ile sadece günlerini kurtarma peşindeler. Kendilerini o makama getirenlerden yana eminler. Geriye geçmişin baronlarını memnun etmek, kendilerini Sol medyanın dilinden korumak kalınca önüne gelene “şabaş çeken” bir çalgıcıya bürünüyorlar. Öte yandan bu yanar döner tipler, Sol medyanın hedefine alacağı herkesin koltuğundan olacağından, onların öveceği herkesin de “kamuoyu desteği sağlam” denerek yerinde tutulacağından eminler. Bunun için, söz konusu olan sanat, edebiyat, kültür olunca duyarlılıklarını bildikleri o çevreleri odağa alarak hareket ediyorlar.
4. Nihayetinde kökleri sağlam bir bağımsızlık hareketi ancak sağlam bir kültür ve dolayısıyla eğitim politikası ile mümkündür. Öyle görünüyor ki bu, hâlâ göze alınmıyor. Dışarıda Batı’dan kopuş, eksen kayması; içeride Tanzimat’tan Cumhuriyete her yere sinmiş “çağdaşçı” yapıyla çatışma olarak yorumlanacak her tür girişim; program bozacak, işleri rayından çıkaracak hikmetsiz bir adım olarak görülüyor. Batı’nın ve içerideki acentelerin “tam bağımsızlık” olarak görecekleri her tür adımdan özenle kaçınılıyor. Aksine kültür ve eğitim politikaları üzerinden ana eksenden kopulmadığı, yapılanların sadece ana eksen içinde, Batılı anlamda bir sistem içi muhafazakârlık olduğu ispatlanma kaygısına düşülüyor.
Bu kaygı, eğitim, aile, kültür bakanlıklarının sahasına giren her hususta İslamî kesimin ve duyarlı sıradan dindar insanın tepkisine yol açan sistematik uygulamalara dönüşüyor.
EĞİTİMDEN EMİN OLMAK!
İslam, “İkra’!” emri ile başlamıştır. Rabbimizin bize Kur’an’daki ilk emri “Oku!” fermanıdır. İslam, ilk düşmanına “Cahiliye” demiştir. Düşmanlığını “cehalet”le tarif etmiş, büyük düşmanına “Cehaletin babası” anlamında “Ebû Cehil” demiştir.
İslam’ın düşmanı “cahiliye” ise İslam, “ilim”dir; lâkin “Oku! Allah’ın adıyla oku!” diye başlayan ilim… Müslümanlar, evlatlarından emin olmak için onları ilim kurumlarına teslim etmişlerdir.
İmam Gazzâlî Hazretlerinin babası vefat etmeden evlatları Muhammed ve Ahmed’i bir sufi arkadaşına teslim eder. Sufi arkadaşı, onların hakkından çıkamayacağını görünce onları emin bir yere, ilim kurumlarına teslim eder. Muhammed, sufinin yanında belki bir yüncü olarak yetişecek iken ilim kurumunda büyük Gazzâlî olur. Ahmed de kıymetli bir şahsiyet olarak yetişir.
İmam Şafiî Hazretlerinin babası vefat ettiğinde annesi, evladını en iyi şekilde yetiştirmek için doğduğu Gazze’den derhâl Mekke’ye götürür ve onu iyi yetiştireceklerinden emin olduğu ilim kurumuna verir.
Biz, mürsel mecazla “fakih” olma yoluna giren çocuk, genç ve talebeye “faqi” demişiz. Fakih, dinde derin bilgi, şuur, fikir sahibi ve ahlâklı alimdir ama daha ıstılahî anlamıyla Müslümanlara yol gösteren rehber şahsiyettir.
İlim yoluna henüz girmiş çocuğa, gence, talebeye “faqi” diyerek ona dair hem “fakih” olma umudumuzu ifade etmişiz. Hem, hedefini ona vasıf yapmışız, hedefini adeta ona elbise yapmışız. Hem, ondan içinde bulunduğu anda beklediğimiz fakihçe ağırlık ve terbiyeyi dile getirmişiz.
Bu adlandırma tek başına, ümmetin yüksek şuuruna delil olarak yeter.
Bizde “faqi” mukaddestir.
Anne-babalar, çocuklarını “faqi” olarak ilim kurumuna teslim etmekten büyük onur duyarlardı. Öte yandan çocuk, “faqi” olmakla artık güven içinde olurdu; temizliğin, pâklığın simgesi olarak yetişirdi. Biri övüldüğü zaman “bir faqi gibi temiz ve titiz” denirdi ve ona ancak zındık olan zarar verebilirdi.
Seydaların bir yere tek başlarına gitmeleri ile faqileri ile birlikte gitmeleri arasında büyük fark vardı. Seydanın faqilerini alarak bir yere gitmesi, orası için büyük onurdu.
Denirdi ki “Seyda faqileri ile beraber geldi”. Bu, o gidilen yerin temiz, güvenilir ve mutlak İslamî olduğuna delaletti. Zira Seyda, o onuru hak etmeyen yere talebelerini götürmediği gibi talebelerini ifsattan etkilenecekleri mekânlara da götürmezdi. Onları haramın her renginden korurdu.
İlim kurumunun üç ana kazanımı vardır:
- İlim sahibi yapmak
- Edep sahibi yapmak
- İrfan sahibi yapmak
Talebe, ilimle yolunu öğrenir; edeple davranışlarını düzeltir ve irfanla kalp gözü sahibi olur. Her üç husus için de Seyda talebeye örnek olurdu. Emin bir kılavuz olarak talebenin önüne verir ve onu faqi sıfatıyla fakihliğe doğru götürürdü.
Bunun için aile, çocuğunu eğitim kurumuna verirken her tür endişeden uzak bir emniyet içindeydi.
Ya şimdi?
Eğitim yılı yaklaştıkça her birimizi bir telaşın yanında bir sıkıntı kaplar… Kara kara düşünürüz, ne olacak diye. İçimizde bir endişe, hatta bir korku var çocuğumuzun geleceğine dair…
Zira biz hakikaten çocuğumuza verilen,
- Bilginin mahiyetinden emin değiliz.
- Edebin niteliğinden emin değiliz.
Ya irfan? O yüz yıl önce mektepleri terk edip gitti. “İrfan ehli olmak” bir nostaljidir artık… Geçmişe ait bir müzelik hâl… Olması gereken bu değil ama yapılan bundan ibarettir.
Evladımıza evimizde helal süt emdirir, onu tertemiz ve yüce Allah’ın buyruğu üzerine giydirir, “eğitim kurumu”nun kapısına bırakırız. Evladımız, oradan harama meyilli, garip ve haram giysiler içinde çıkar. Biz, ona bir hedef tayin ederiz; o, eğitim kurumundan bir bohem olarak ayrılır, eskilerin tabiriyle bir serseri olarak çıkar.
Ne bekliyoruz ki?
Adı “maarif”ti eskiden, “eğitim” oldu, durmadan eğip büküyor. Son yıllarda düzeltmeye çalışıyoruz ama esasından uğraşılmayınca istenen neticeyi vermiyor.
Müfredat yanlış…
Kadrolar sorunlu…
Yanlış bir müfredat sorunlu kadroların elinde ancak istenmeyen sonuçlar verir. Bir bakanlık ki fen dalında adam yetiştirememekten yakınıyor. Sosyal bilimlere dair henüz ne yaptığını dahi bilmiyor. Böyle bir bakanlık, nasıl ilim, edep ve irfan ehli insan yetiştirir?
Hayır, hiçbirimiz bu “eğitim”den emin olamayız. Çocuklarımızı güvendiğimiz bir hekimin eline teslim eder gibi bu “eğitim”e teslim edemeyiz.
Dün “eğitim” zorunlu değildi, bir kısmımız ondan kaçarak kurtulmaya çalıştık, “çıkmaz sokağa” saplandık.
Bugün eğitim “zorunlu”dur; kaçışı yok. O hâlde, biz, ona “zoraki” ortak olacağız, çocuğumuza bizzat kendimiz sahip çıkacağız.
Onu ilim, edep ve irfan sahibi kılmak için kendi müesseselerimizi oluşturacağız. Evimizi bir ilim, edep, irfan mektebine dönüştüreceğiz.
Allah’ın izniyle plan, ihlas ve kararlılık varsa bu çıkar yoldur…
MÜFREDAT DEĞİŞİKLİĞİ OLUMLU AMA YETERSİZ!
Müfredat, milli eğitimle inşa edilmek istenen insanın portresidir; ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak neslin zihin kodlarıdır, yaşam tarzı şifreleridir.
Müfredat, öğretmenin yol haritasıdır. Öğretmenin varması gereken yeri gösterdiği gibi trafik işaretlerini de içerir; ona ne yapması gerektiğinin yanında ne yapmaması gerektiğini de söyler.
Müfredat, aynı zamanda bir ülkenin kimliğidir; ülkenin kendisini nasıl tarif ettiğini ve ötekiyi de kim olarak gördüğünü açıklıkla ortaya koyar.
Bu ölçüde mühim müfredatın bazı sabitlerini korumakla birlikte sürekli bir yenilenme gereksinimi vardır. Ne var ki Türkiye`de sosyal politikalar, Batı`nın himayesi altına alınmıştır. Batı, dilemediği her tür sosyal politikayı, Türkiye`de sistemin değişmesine işaret sayar ve ona müdahale hakkını kendinde bulur.
Diğer yandan Türkiye`de müfredat, Batı`ya bağımlı bir zihniyetle Anayasa`nın 42. Maddesi ve 1739 Sayılı Milli Eğitimin Temel Kanunu`nun koruması altına alınmıştır.
Bu dış ve iç korumayla müfredat, esası itibariyle dondurulmuş; gelişmelere kapalı hâle getirilmiştir.
Türkiye, bu engelleri ilk kez Turgut Özal`ın ilk başbakanlığı döneminde kısmen aştı; ders kitaplarında kaynağını milli gerçeklikten alan, bilimsel gelişmelere de uygun değişiklikler Vehbi Dinçerler ve Hasan Celal Güzel`in öncülüğünde yapıldı. Her iki bakan da ultra Batıcı bir kesimin baskısı yüzünden görevden alındığı gibi huzur içinde siyaset yapma şansını da kaybetti.
Ak Parti Dönemi`nde milli eğitimdeki değişim, müfredata rağmen yapılıyor, bu yüzden hep kısıtlı kalıyordu.
Son müfredat değişikliği ise Batı`ya, Anayasa`nın 42. Maddesi ve 1739 Sayılı Milli Eğitimin Temel Kanunu`na rağmen yapılmıştır.
Yeni müfredatı hazırlayanlar, günün gerçekliği ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan`ın desteğiyle Batı`yı kısmen aşmışlardır. Ama onların Anayasa ile Milli Eğitim Temel Kanunu`nu aşmaları, göz ardı etmeleri beklenemez.
Müfredatta yapılan değişiklikler önemlidir. Müfredat, geçmişin zihnen ve yaşam tarzı olarak Batı`ya bağımlı, bilimin kaynağını Batı`da aradığı gibi siyasi meşruiyeti de Batı`da arayan insanı yerine Batı`nın “statik üstünlük” vasfına sahip olma ve “dinamik bilimin kaynağı” olma iddiasını sorgulayan, özüne bağlı bir insan tipi tasarlamıştır.
Ne var ki müfredat Misak-ı Milli sınırları içinde kalan, dışarıya açılmaktan, kendisini dışarıya açılmaya uygun tasarlamaktan ürken bir yaklaşımla hazırlanmıştır. Müslümanların genelini ilgilendiren hususlar içerse de ulus devleti esas almıştır; fazlasıyla milliyetçidir. Bu hâliyle içeride aidiyet bağlarını güçlendirmek isteyen, İslam dünyasına da bölgesel bir güç olarak açılmayı hedefleyen bir Türkiye gerçekliğine uymaktan uzaktır.
Buna rağmen müfredatın CHP ve Cumhuriyet gazetesi gibi yapılarca hedef tahtasına konması, bu yapıların “Batıcılık mürtecisi” olmalarından kaynaklanmaktadır. Bunlar, 19. yüzyıl Batıcılığına dogmatik bir anlayışla iman etmişlerdir; oradan uzaklaşmayı dinden çıkmak gibi görmektedirler.
Batı, çoktan aştı ama onlar, hâlâ Darwinist evrimciliğe inanırlar. Bunun için müfredatla ilgili eleştirilerinin merkezine Darwinist evrimciliği alabiliyorlar. Halkın anlayacağı bir dilden olmasa da insanın maymundan evirildiğini savunma cüretinde bulunabiliyorlar.
İnsanın maymundan evirilip Batı`da en gelişmiş şeklini aldığına inanan bir yapının zihniyeti, özü itibariyle sömürgeci ve kölecidir; Batı için “modern köle-mankurt” yetiştirmeye yönelik oluşturulmuştur. Böyle bir zihniyetin müfredatla ilgili eleştirileri, müfredatın olumlu yönde değiştiğine dair önemli bir işaret olmakla birlikte yanıltıcı olmamalıdır:
Müfredattaki değişim olumlu ama yetersizdir. Müfredat değişimi, Bakanlığa ve Bakanlığın oluşturduğu komisyonun özverisine bırakılmamalıdır. Hükümet ve Meclis, Anayasa`nın 42. Maddesi ve 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu için harekete geçip gerekli anayasal ve yasal değişiklikleri yapmalıdır. Böyle bir değişiklik büyük fedakârlıkla hazırlanmış yeni müfredatı anayasal ve yasal zemine oturtacağı gibi daha iyi bir müfredatın hazırlanması için de zemin oluşturacaktır.
EĞİTİM STRATEJİSİ VE DERS KİTAPLARI
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, Ankara’da sermayesi yabancılara ait lüks bir otelde düzenlenen “Yenilenen Eğitim Bilişim Ağı (EBA) ve EBA Akademik Destek” projesini tanıttı.
EBA, öğrencilerin internet ağı üzerinden ders çalışabilmesini sağlayan bir elektronik sistem. Bakan, sistemi tanıtırken öğrencilere hitaben “Neye ihtiyacınız varsa yapıyoruz!” dedi.
Eğitimin bir fizikî yapısı vardır, bir de içeriği… Bakanın dikkati farkında olarak veya olmayarak eğitimin fizikî yapısı üzerinde… Bu konuda, kimi aksaklıklar bulunsa da hükümet adına haklı olarak övünüyor.
Milli Eğitim Bakanlığı, 2003’ten bu yana eğitime fizikî imkânlar oluşturma konusunda destansı bir çalışma yapıyor. Bu çalışmayı bugün takdir etmeyenler, yarın mutlaka edecektir.
Ancak eğitimde, fizikî imkânlar amaç değildir; eğitimin içeriğine özümsetilmiş amaçlara, eğitimin stratejisine araç olmak için vardır. Hatta eğitimin bağımsız bir stratejisi olmalı mıdır? Bu, bile tartışmalıdır. Eğitim, kendi başına bir stratejiye sahip olamaz. Eğitim, daha kapsamlı bir stratejiye hizmet etmek için vardır. Ülkelerin, toplumların stratejileri olur ve eğitim kurumları o stratejinin gerçekleşmesi için çalışır.
Maalesef, meselenin bu asıl yönüne bakıldığında Milli Eğitim Bakanlığı, henüz durması gereken yerde değil.
Malum, öğrencilerin zihin dünyasını büyük ölçüde sosyal bilimler belirliyor. Edebiyat ise sosyal bilimlerin en kapsamlı dersi...
Edebiyat; tarih, din kültürü, değerler eğitimi gibi pek çok dersin içerik ve amaçlarını kapsıyor. Bu niteliğiyle öğrencinin zihin ve pratik dünyasını belirlemede, öğrenci için bir dünya görüşü oluşturmada diğer derslerin önüne geçiyor.
Bu gerçeklikle edebiyat ders kitaplarına bakınca hayretler içinde kalıyorum. Belki Türkiye tarihinde edebiyat ders kitapları hiç bu kadar amaçsız, bir hedeften yoksun, peş peşe sıralanmış boş metin ve bilgilendirme parçalarından oluşmamıştır.
Edebiyat ders kitapları, tek kelimeyle bir deli kız bohçası… Edebiyatın sol sokaklarında ne bulunmuşsa, kimden kalan hangi kumaş atığı varsa bu kitaplara yamanmış.
Yazık hem de çok yazık… Talim Terbiye Kurulu ve diğer ilgili kurumlar, ne düşünüyorlar, merak ediyorum… Eğer yaptıklarına moda bir ifadeyle “liberalizm” diyorlarsa bu kadar liberalizme sosyal biraz ağırca bir ifadeyle ahmaklık denir.
Sakın ha! “Ama, biz bugüne kadar ötekileştirilen şu düşünürümüzü de kitaba koyduk!” demeyin…
Seçkin yazın ustaları, sokaktan toplama isimlerden oluşan yığın içinde öylesine mahzun ki… Eminim, “Bizi bu modern şehir çöplüğüne atana hakkımızı helal etmiyoruz!” diyorlar.
Hani, sadece şu veya bu “zevkperest” yazarçizerin seyahatlerine katılmış ve o seyahatlerde yaşadıklarını “anı” diye yazmış “daktilo memuresi” dahi denmeyecekler vardır.
Siz bunları bile üstelik biyografileri ile birlikte çocuklara bir edebiyatçı, bir büyük yazar diye okutmak zorunda mısınız?
Eğitim, özü itibariyle seçicidir. Ders kitabına alınacak şahısların bir örnek yanı bulunmalıdır, velev menfi kişiler de olsalar en azından mücadele azmi ile örnek olma gibi bir yanları çocuklara kazanım olarak geçmelidir.
“Bohemlik”, Batı uygarlığının ruhsuzluğunun, maneviyatsızlığının bir neticesi olarak ortaya çıkan bir yan üründür. Batı “Her sorun bir fırsattır” anlayışıyla bu bohemliği gün yüzü görmesini istemediği ülkelere ihraç ediyor.
Elimizdeki ders kitaplarına bakılırsa eğitimimizin stratejisi, herhâlde geri kalmayı süreklileştirici bu ihracata hizmet görünüyor! Bunun için eğitimimiz en çok bohem/başıboş/serseri yetiştiriyor. İnsanımız, eğitildikçe özünde var olan insanî nitelikleri yitiriyor, duyarsızlaşıyor, kabalaşıyor ve hepsinden öte sorumsuzlaşıyor…
Yazık da ne yazık!
BİR CEVAP YAZ