Mişel'in Evlatları/Suriye ve Irak'ta Yaşananların Arka Planından Bir Sayfa
Saddam Hüseyin ve Hafız Esad… Biri Irak; diğeri Suriye diktatörü…
Nereden çıktı bu adamlar? Onları kim yetiştirdi, fikir babaları kimdi? Bu yazıda onu irdeleyeceğiz, inşaallah…
YIKIM TANZİMAT YILLARINDA BAŞLADI
Arap İslam dünyası Tanzimat’la birlikte kendisini tehdit altında görmeye başladı. Vehhabiliğin ortaya çıkışı ve bunun Osmanlılarca engelleniş biçimi, Osmanlı’yla Arap toplumu arasındaki bağı zayıflattı. Vehhabiliği bastırmak için Arabistan’da görevlendirilen Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa, Vehhabiliği bugünkü Suudi Arabistan coğrafyasının çöllerine hapsetmeyi başardıktan sonra kendisi Arnavut olmasına rağmen Osmanlı’ya karşı Arap itirazının simgesi oldu.
Ama Osmanlı Arap ilişkilerinde asıl darbe Tanzimat’la geldi. Osmanlı Tanzimat bürokrasisi, Selahâdîn-i Eyyûbî’nin inşa ettiği sapasağlam cami ve külliyeyi “harabe” diye Fransız Katoliklerine verdi.
Kudüs uleması karşı çıktı, fayda etmedi. Osmanlı bildiğini okudu. Arap İslam alimleri tedirgindi Osmanlı’nın bu durumundan. Bir arayış içine girdi.
Öte yandan Napolyon’un Mısır seferinden beri Fransızların Suriye sahilindeki etkinlikleri arttı; sırtını Avrupa’ya dayayan, müreffeh ve Suriye yönetiminde karar sahibi olmak isteyen Hıristiyan toplum ekonomik açıdan olduğu kadar kültürel anlamda da Suriye toplumu üzerinde etkili oldu.
Hastalığını tedavi için doktoru Hıristiyan mahallesinde arayan…
Yeni doğan çocuğunun beşiği için Hıristiyan pazarına giden…
Gelinini Hıristiyan kuyumculardan aldığı altınlarla süsleyen…
Atının nalını bile Hıristiyan ustaya taktıran Müslüman…
Yüksekliği iki insan boyunu bulmayan, toprak damlı evde oturup Hıristiyan köşküne imrenerek bakan Müslüman…
Kendisi çocuğunu çoban yapmak için sürü bile bulamazken Hıristiyan komşusunun Paris’te okuyan çocuğunun düğmeleri parıl parıl parıldayan kıyafetlerine bakan…
Hıristiyan komşusundan ki dünyanın Amerika, Antartika gibi bilinmeyen yerleri bir yana bizzat İstanbul’daki haberleri bile Hıristiyan komşusunun gazetesinden öğrenen Müslüman, düşünsel olarak Hıristiyanlara açık hale geldi. Düne kadar “zimmi” dediği Hıristiyan için pek dillendirmese de “Adam dünyayı biliyor. Ben, bilmiyorum. Neden onu önümüze koymayalım?” sorusunu alttan alta sordu. Hem dört taraf onların kolejleri kaynıyordu. Onlar artık hoca; Müslüman talebeydi! Hoca talebesini niye dinlemesin ki?
I. Dünya Savaşı yıllarında Suriye’de dört tip Arap milliyetçisi vardı:
1. Fransız Cizvit Okulu’dan yetişen Corci Zeydan gibi Hıristiyanlardan etkilenenler
2. Mısırlı Rafi El Tahtavi gibi düşünürlerin vatan sevgisi fikirlerinden etkilenenler
3. Muhammed Abduh’un, Jön Türk saldırılarına karşı Arapların İslam içindeki yerini vurgulayan yazılarını Arap milliyetçiliğine çekenler (Arap-İslam sentezcileri)
4. İttihatçıların içinde yer alıp onların Türkçülüğünden rahatsız olan Arap subaylar
ŞAMLI MİŞEL KURTARICILIĞA SOYUNDU
Şam, İslam’ın Haçlılardan kurtuluşuna beşiklik ederken o günlerde Hıristiyanların oluşturduğu fikir akımıyla kaynıyordu. Mişel Eflak, böyle bir ortamda 23 Haziran 1910’da Şam’da doğdu. Şam’da bulunan Fransız okullarında eğitim aldı. Başarılı bir öğrenci diye parladı. Paris’e Sorbonne Üniversitesi’ne gönderildi. Oradaki ulusalcı fikirlerden etkilendirildi, o fikirlerle dolduruldu ve Suriye’ye “bir kurtarıcı olarak” iade edildi.
Suriye’de Fransa’ya karşı bir kurtuluş hareketi oluşmuştu. Suriye’nin Batı sömürgesi olmaktan kurtulması mukadderdi. Fransa için yapılacak olan, bunu tartışmak değil, en az zararla atlamak, Şam’ı İslam’ın etkisinden uzak tutacak formülü bulmak…
Kurtuluş formülü hazırdı: Mişel Eflak’ın Baasçılığı… Suriye’de kurtuluşa susamış bir kitle vardı. Kurtulalım da varsın bir Hıristiyanın eliyle kurtulalım diyen bir kitle… Mişel için bulunmaz bir imkan… O, başa geçecek ve sizi Fransa’dan kurtaracağım, deyip başka bir kapıdan Batı’nın piyonu ve sömürgesi yapacaktı.
Kendisini zehirleyen birine insan doktor diye giderse onun vereceği panzehir ne kadar işe yarayacaksa Fransızların Mişel’i de o kadar işe yarayacaktı. Belki iyileşme umudu oluşacak. Sonra çok daha acılı bir ölüm… Suriye’yi işgal eden Fransa’ydı, Fransa’nın Mişel’i ancak böyle bir vazife görebilirdi.
ŞAM’IN MİŞEL’İ SURİYE MİLLİ EĞİTİM BAKANI OLDU
Mişel Eflak, kendisine iki arkadaş buldu: Salah Bitar ve Zeki Arsuzi. Şu koalisyona bakın: Mişel, Rum Ortodoks, Salah Bitar Sünni Müslüman, Zeki ise Nusayri kökenliydi. Bu durumları onlara bütün Suriye toplumunu kapsayacak bir fitnenin tohumunu atma imkanı veriyordu.
“Mişel ve Saláh Suriyeli, Zeki de Hataylı idi. Üçü de Paris’te, Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe okumaya gitmişlerdi. Okullarını bitirip memleketlerine dönünce, her üçü de liselerde hocalık etmeye başladılar. Kendi çevrelerinde bir düşünce grubu kurdular ve bu grup zamanla siyasi bir parti halini aldı.”
“Üç arkadaş, 1940’tan itibaren kendilerini lider kabul eden düşünce ve çalışma gruplarını siyasi bir parti haline getirmeye çalıştılar. Mişel ve Saláh aynı, Zeki ise başka bir gruba liderlik ediyordu. 1943’te ‘‘El Baas el Arabi’’ yani ‘‘Arap Dirilişi’’ adını verdikleri hareket, Şam’da, 1947’de siyasi partiye döndü. ‘‘Baas Partisi’’ böylelikle resmen kurulmuş oldu ve genel sekreterliğe Mişel Eflak seçildi. Tüzüklerinde, kuruluş amaçları ‘‘Arap dünyasını tek bir bağımsız devlet haline getirmek için mücadele’’ diye yazılmıştı ve iktidara oynamaya başladılar.”
Bir ülkenin geleceği, o ülkenin eğitimine bağlıdır. Eğitim programı bir ülkenin gelecekte nasıl yönetileceği hakkında yol işaretleri verir.
Fransa, Suriye’den gitmişti. Ama onun Suriye üzerindeki etkisi devam ediyordu. Bir zamanlar Nuriyye (Nureddin Zengi) ve Salahiyye (Salahaddin Eyyübî) medreseleriyle bütün İslam dünyasını aydınlatan Suriye’nin eğitim bakanlığına Hıristiyan Mişel getirildi. Mişel, Suriyeli çocuklara ilmi öğretecekti, onları Farnsız aydınlanmasıyla tanıştıracaktı. Böylece Suriye çocukları hürriyetine kavuşacaktı.
Mişel, kitlelere yönelmek yerine Fransız etkisindeki darbecilik geleneği üzerinden orduya yöneldi. Askeri okullarda kendisine bağlı öğrenciler yetiştirdi, onların ordu içinde yükselmelerini sağladı. O öğrencilerden biri Hafız Esad’dı. Esad, onun ilk oğluydu. Sonra bu oğluyla arası bozulacak Mişel, Irak’a gidecek ve orada yine ordu üzerine çalışarak Saddam Hüseyin’i yetiştirecekti. Bu da ikinci oğlu ve en büyük eseriydi.
İslam dünyasını kalbinden vuran, onun kalbine iki zehirli hançer saplayan Mişel, oğullarıyla ne kadar övünse azdı. Çünkü onlar neredeyse yarım yüzyıldır koca bir İslam dünyasını zehirlemeyi başarıyorlar.
MÜSLÜMAN HALK ŞEYTANÎ OYUNU ANLAYAMADI
Söz, İslam toplumlarında mukaddestir; İslam dünyasında insanlar sözleriyle değerlendirilir. Oysa Batı kültüründe söz, politik bir araçtır.
Sözde akıl dini üzerine kurulan (pozitivist), vaziyete göre fikir değiştiren (oportünist) Batı medeniyeti, klasik Hıristiyan kültüre karşı, iki kültür üzerine kuruldu: Eski Yunan kültürü ve Yahudi kültürü.
Gerek demagojinin sanat haline geldiği eski Yunan demokrasisinde gerek Kur’an-ı Kerim’in sözle ilgili şeytanî duruşlarını konu edindiği Yahudilerin kültüründe söz eğilip bükülen bir şeydir. Söz konusu olan söz, olduğunda “Dün dündür; bugün bugündür” anlayışı esastır.” Bu anlayışı eksiksiz uygulayanlar “politika ustası”, “büyük devlet adamı”, bunu uygulayamayanlar “ahmak” kabul edilir.
İslam dünyasının 20. yüzyıl çaresizliği içinde karşılaştığı büyük felaketlerin, büyük hayal kırıklıklarının altında bunu kavrayamamasının büyük etkisi vardır.
Müslümanlar, her sözü kendi sözleri kadar kıymetli bildiler; uluslar arası ajanları, İslam dünyasını yıkmak üzere ihraç edilen alçakları sözlerine bakarak “iyi niyetli” diye yorumladılar. Kimi alimler, batıla bulanmış hakkın batıldan olduğunu unuttular; onları sözlerinden dolayı övdüler, desteklenmeye müstahak sandılar. Gençler, onları sözlerinden dolayı İslam’a yakın diye tanıdılar, onları desteklemeyi vatanseverlik saydılar. Onlarla ilgili eleştirileri vatana ihanet kabul ettiler. Buna bir de bel’amlar eklenince halkın zihni bulandı, kolay ve güçlü olandan yana tavır koyma yaklaşımı ağır bastı. Diktatörler az da olsa destek buldu, bir tabana kavuştu.
Söz, kişinin fikir yüzüdür. Halbuki 20. yüzyılın başında İslam dünyasına milliyetçiliği, ulusalcılığı yayan sözde şefler için söz, bir örtüydü, fikirlerinin kirli yüzünü örten bir kara örtü, geleceğe dair alçakça-şeytanca planlarını saklayan bir duvardı.
Ne yazık ki ümmet olarak, Kur’anî ölçüyü kaçırdığımız için, sünnete tabi olmadığımız için, hakkı gören gerçek alimlerin yolundan gitmediğimiz için, çaresizliği abartanların sözlerine çok kıymet verdiğimiz için o kara örtüyü kaldıramadık, o duvarların arkasını göremedik. Onu bize gösteren alimleri aşırılıkla suçladık, sözleri doğru çıkınca “eyvah” dedik ama geç kaldık.
Her ulusalcı zalimin hikâyesinde bu hakikat vardır. Gelin, bu hafta bu hakikati yine Mişel Eflak üzerinden takip edelim.
Kimdi Mişel Eflak? Bir daha hatırlayalım: İslam dünyasının cellatları Hafız Esed ve Saddam Hüseyin’in hocası. Fransız okullarında Paris modası aydınlanmacı milliyetçilik üzerine yetiştirilmiş Rum asıllı bir Suriye Hıristiyanı. Suriye’yi ve Irak’ı kurtaracak fikirleri olan adam diye öne sürülen ve bu iki coğrafyayı İslam dünyasının imtihan alanı hâline getiren hain… Binlerce İslam gencini Arap milliyetçisi yapmak adına İslam’a düşman eden bir kültür ajanı…
KONUŞMALARINDA İSLAM’I SÖZDE ÖVÜYORDU
Mişel Eflak, Hz. Peygamber (S. A. V.) Mevlidi dolayısıyla 1 Nisan 1943’te şunları söylüyordu:
“Bugüne kadar Peygamberin hayatı bize hep takdis ve takdir için üstten anlatıldı. Biz, bugün Onun hayatının içine girebilelim ki Onun hayatını yaşayabilelim. Bugün her Arap, her ne kadar onun büyüklüğü karşısında dağda bir taş, denizde bir damla gibi bile olsa Onun hayatını yaşayabilir. Her ne kadar hiçbir insan Muhammed (S. A. V.)* kadar büyük olamasa da Onun yaptıklarını yapma kapasitesine sahiptir. Ulusun her bir ferdi, kapasitesi sınırlı da olsa, Muhammed’in (S. A. V.) bir minyatürü olabilir. Bu durumda (Her fert Muhammed’in (S. A. V.) küçük bir numunesi ise) bütün millet, Muhammed’in (S. A. V.) sahip olduğu güce sahip olmuş olacak. Bu millet tek fert haline gelerek Muhammed’in (S. A. V.) ulaştığı güce ulaşacak. Geçmişte bütün milletin hayatı, bir tek adamın hayatına büründü. Bugün de bütün milletin hayatı o tek adamın hayatı hâline gelmeli. Muhammed (S. A. V.), bütün Arapları şahsiyetinde taşıyordu. Bugün bütün Araplar Muhammed (S. A. V.) olmalı.”
Hz. Muhammed Mustafa (S. A. V.)’i “sıradan bir beşer” gibi gösterme ve Arapların milli bir kahramanı diye hafızalara yerleştirme şeytanlığı olmasa, Mişel’in yolundan giden herkesin Hz. Muhammed (S. A. V.) aşığı olması gerekiyordu. Oysa nasıl ki `ibadet dilini Türkçeleştirsek halk İslam’ı daha iyi anlar` diyenlerin yolundan gidenler İslam’ın değerlerine düşman oldularsa Mişel’in yolundan gidenler de, Hz. Muhammed (S. A. V.)’in en büyük düşmanlarındandır. Mişel’in sözü Hz. Peygamber (S. A. V.) sevgisini işaret ediyor sanılsa da o sözlerin satır araları ve söyleniş amacı Hz. Peygamber (S. A. V.)`e düşman yetiştirmek içindi. Sıradan Müslümanın anlamadığı buydu. Saddam ve Hafız Esed, Mişel’in bu sözlerini tekrarlayınca “saray alimleri”, bunu Hz. Peygamber’e (S. A. V.) duyulan muhabbet diye anlattılar, halk da öyle gördü ve gerek Irak gerek Suriye halkının en azından bir kısmı onlara böyle baktı veya bakmak istedi, onların yolundan gitti, onların içkiyi serbestleştiren, açık saçıklığı yayan, hatta büyük İslam mücahitlerini katleden rejimlerinde iyilikler aradı. Felaket üzerine felaketle karşılaştı.
Mişel, itirazları hemen tahmin ediyor ve sözlerine şöyle devam ediyor:
“Fakat bu durum İslam’ın sadece Araplar için geldiği anlamına gelir mi? Eğer biz, bu anlamı kast edersek doğrudan uzaklaşırız ve gerçeklikle ters düşeriz. Her büyük millet, bünyesinde insanlık için büyük değerler barındırır. İslam, değerleriyle Arap halkı ve bütün insanlık içindir. İslam’ın mesajı, Arap insanseverliği meydana getirmiştir.”
Mişel, bununla da kalmıyor:
“İslam, tarihte olduğu gibi Arapları güçlendirmeli, uyandırmalı ve Arap milliyetçiliği için bir öz oluşturmalı.”
“Bir gün milliyetçiler, kendilerini İslam’ın tek savunucuları olarak bulacaklar. Eğer onlar Arap halkını iyi bir yaşama kavuşturmak istiyorlarsa buna özel bir önem vermek zorundadırlar.”
“Din Avrupa’ya dışarıdan dayatıldı. Onlara onların diliyle seslenmedi. Oysa İslam için durum farklı; İslam, Arapların sadece ahiret inanışı veya ahlak düzeni değildir, onların evrensel hissiyatının ve hayat bakışlarının ta kendisidir.”
“İslam’ın Arabizmle ilişkisi herhangi bir milliyetçiliğin herhangi bir dinle ilişkisi gibi değildir. Arap Hıristiyanlar, kendi milliyet uyanışlarını tamamladıklarında ve milli karakterleri oluştuğunda İslam’ın kendileri için milli bir öğreti olduğunu kabul edecekler ve onlar Arabizmi sevdikleri gibi onu sevecekler. Her ne kadar mevcut gerçeklik buna uzaksa da bunun değeri anlaşıldığında Arabizme ait olmakla İslam’a ait olmayı aynı onurda görecekler.”
“Arapların çektikleri acılar İslam’dan değil, İslam öncesi cahilliyyenin bilmezliğinden ve tutumlarından geliyor.”
Bu sözlere bakılırsa Mişel Eflak’ın yolundan giden Baasçıların hiç olmazsa Türk-İslam sentezi türünde bir düşünceye sahip olması gerekirdi. Halbuki Baasçılar, İslam düşmanlığında Marksistler gibidirler. Yine bu sözlere bakılırsa Mişel Eflak’a inanan bütün Arap Hıristiyanların zamanla Müslüman olması gerekirdi. Oysa bir tek Baasçı Arap Müslümanlaşmış değil, aksine Tarık (Yuhanna) Aziz gibi nicesi Müslümanlara yönelik katliamların önemli bir aktörü oldu.
MİŞEL BAŞARISIZ MI OLDU?
Acaba Mişel Eflak’ın projesi tutmadı mı? Ne münasebet… Öyle olsa Mişel Eflak kendi ürününü gördüğünde kendisine tabi olanlara, düşüncelerinin iktidara geldiği Irak ve Suriye’de “Beni yanlış anladınız” derdi.
Mişel, 1989’a kadar yaşadı; hem ilk talebesi Hafız Esed’in bütün katliamlarına tanıklık etti hem Saddam’ın. Hafız Esed’in korkunç İslam düşmanlığını da gördü. Esed’den küstü ama asla onun İslam’la ilgili tutumunu, Müslümanları katletmesiyle ilgili duruşunu duyulacak bir sesle kınamadı.
O halde bu sözleri niye söylüyordu?
O, bütün benzerleri gibi
1. Seslendiği toplumu İslam’dan uzaklaştırmak için,
2. Müslüman dünyayı kendi toplumundan uzaklaştırmak için çalışıyordu.
Bu sözleri Arap gençliğini İslam’dan uzaklaştırdı, dolayısıyla birinci hedefine ulaştı. Ama aynı zamanda Saddam ve Esed gibi Arapları katliamlara sürükleyerek İslam dünyasının zihninde “Katliam yapan Arap” imajı oluşturdu; sıradan Fars, Kürt ve Türk Müslümanları Arap İslam alemine karşı olumsuz duygulara sürükledi.
İran-Irak Savaşı’ndaki katliamlar, Fars ve Kürtleri; Kerkük yöresindeki haksızlıklar da Türkleri Araplara karşı olumsuz duygulara sürükledi. Böylece bu katliamlar ümmet fikriyatına zarar verdi. Mişel’in Efendilerinin ve dolayısıyla kendisinin bir hedefi buydu.
Ama öte yandan Saddam, Irak’ta Şiileri katletti; Esed Hama-Humus’ta Sünni Müslümanları; Katliamı yapan Mişel’in sosyalist ulusalcı, İslam ve Müslüman düşmanı talebeleriydi. Oysa Şii Müslümanlar Irak’ta bir Sünni’den zulüm gördüğünü sandı, Sünni Müslümanlar Suriye’de Şiilere yakın bir adamın katliamına uğradığını düşündü. Böylece Mişel, Arapları İslam’dan ve İslam dünyasından uzaklaştırmakla kalmadı; aynı zamanda Arapları kendi içinde mezhep çatışmalarına itti.
Neden? Çünkü milliyetçilik, Arapları Batı’ya köle yapmaya yetmiyordu. Arap milleti, büyük bir milletti, İslam dünyasından kopsa da tek başına bile iri bir yapıydı ve Batı için tehdit unsuruydu. Onun tehdit unsuru olmaktan çıkarılması için kendi arasında çatıştırılması gerekiyordu. Hem de “Ben Arap birliğini sağlayacağım” diyenlerin elleriyle… Çünkü onların yapacakları katliamlar, bir daha bu fikirle ortaya çıkan herkes için bir kötü sicil olacak ve onları daha işin başında etkisizleştirecekti. Mişel’in Evlatları Saddam ve Esed, bu oyunu hakkıyla oynadılar.
Mişel’in sözlerinde bir şeytanlık daha vardı: Mişel, İslam’ı alttan alta bir Arap fikriyatı yapmak istiyordu. “Kabe Arabın olsun, Çankaya bize yeter” diyenlerin bulunduğu bir dünyada Batı yanlılarına, Araplar dışındaki İslam toplumlarının gençlerini İslam’dan uzaklaştırmak için fırsat verdi. Bu fırsat özellikle Türk ve Kürtlerde tepe tepe kullanıldı.
Mişel,
1. Arap gençlerini İslam’dan uzaklaştırdı.
2. Arap olmayan Müslümanlarla Arap Müslümanların arasına düşmanlık tohumları ekti. Ümmet şuuruna zarar verdi.
3. İslam’ın Arap düşüncesi olduğu yolundaki uluslar arası şeytani iddiaya malzeme taşıdı. İslam’ı yeryüzünden silmek isteyenlere hizmet etti.
4. Mezhep çatışmalarına yol açarak Arap birliğine ve İslam birliğine zarar verdi.
İyi de Müslümanlar neden oyunu kavramadılar?
1. Kimi alimler, Saddam ve Esed’in talebesi olduğu Mişel’in satır aralarındaki İslam düşmanlığını kavrayamadılar. Onun milliyetçi yanından etkilenerek onun talebelerine karşı gizli bir sevgi beslediler.
2. Sıradan Müslüman halk, bu kadar girift bir oyunu anlama şuurundan yoksundu. Bu kadar şeytanca bir planı yargılayabilecek ve ona karşı koyacak kadar onun düşmanlığını hissedecek kadar donanımlı değildi.
3. Kimi alimler, can korkusu veya kendi halklarının daha büyük bir katliama uğraması korkusuyla onları övdü, bunu korkudan yaptığını da anlatamadı, güçlüyü desteklemek için bahane arayan halk, onların sözlerini kendisine delil yapacak ortamı buldu.
4. Çaresizlik, kimi alimleri İslam’a yönelik her tür övgüye değer biçecek bir psikolojiye soktu. Onlar, bir söz buldular mıydı belki pratikte ona karşılık isteriz, anlayışıyla o söze sarıldı, farkında olmadan, halkın sapmasına neden oldu.
HAFIZ ESED BİR “İNSAN SİLAHI”YDI
Mişel Eflak, Hizb el-Ba’s el-Arabî’yi (Arap Diriliş Partisi) 1943’te kurdu. Uzun bir örgütlenme sürecinden sonra 1953’te partisini Suriye’de Arap Sosyalist Partisi ile birleştirdi; yeni parti Hizb el-Ba’s el-Arabî el-İştirakî ( Arap Sosyalist Diriliş Partisi) adını aldı. Ancak parti eskiden olduğu gibi “Diriliş Partisi” anlamında “Baas Partisi” olarak anılmaya devam edildi.
Hıristiyan ve Paris eğitimli Mişel Eflak’ın ideolojisi, “birlik, özgürlük, sosyalizm” sloganlarına dayanıyordu. Eflak, bütün Arapları birleştirmeyi, özgürlüğe kavuşturmayı ve sosyalizmle kalkındırıp müreffeh bir toplum hâline getirmeyi vaat ediyordu. Arap gençlerini daha çok etkilemek için ideolojisinin esasının Arap milliyetçiliği olduğunu, sosyalizmin kendisi için sadece bir araç olduğunu belirtiyordu.
Bu sloganlar özgürlüğe, birliğe ve sosyal adalete susamış Arap gençleri için çok sıcaktı. Mişel Eflak ile Suriye halkı arasındaki tek engel İslam’dı. Mişel, bu engeli aşmak için Hıristiyan, Dürzî ve Nusayri/Alevi askeri öğrencilere yöneldi.
MİŞEL’İN BİRİNCİ EVLADI: HAFIZ ESED
1930 Lazkiye doğumlu Hafız Esed, Mişel’in propagandasının yoğunlaştığı Nusayrilerdendir. Fransızlarla sıkı ilişkisi olan bir aileye mensuptur. Ailesi, Batılı bir yaşam tarzına sahipti. Suriye’de pek çok Nusayri çocuğu gibi öncelikli olarak askeri okula alındı. 1955’te Humus Askeri Akademisi’ni bitirdi, pilot bir subay olarak orduya katıldı. Üç yıl sonra 1958’de havacılık eğitimini geliştirmek üzere Sovyetler Birliği’ne gönderildi.
Şu tabloya dikkat ediniz: Köken olarak Fransızlarla işbirliği içindeki bir Nusayri… Hayat tarzı olarak Batılı bir hayata sahip bir aileden… Askeri okul mezunu ve eğitimini tamamladığı yer Sovyetler Birliği… Hocası, sosyalist-milliyetçi-Hıristiyan Mişel Eflak…
Böyle bir adam, İslam dünyası için özel bir öneme sahip Şam topraklarında kurulu bir Suriye’ye ne de iyi bir devlet başkanı olur, değil mi?
Bütün benzerleri gibi Hafız Esed’in koşusu da engelli oldu. 1961’de Suriye ile Mısır’ın birlikteliğine karşı çıktığı gerekçesiyle Suriye ordusundan atıldı. Bu süreçte Baas Partisi’nin askeri kanadı üzerinde yoğunlaştı, Alevi gençlerin parti içinde öne çıkmalarını sağlayacak bir örgütlenme oluşturdu. 1963 askeri darbesinde önemli bir rol üstlendi, darbenin ardından konumu hızla yükseldi, 1965’te Suriye Hava Kuvvetleri Komutanı, 1966’da Savunma Bakanı oldu. Süreç içinde hocası Mişel’le arası bozuldu. Daha doğrusu Mişel, onu tam yetiştirdikten sonra Suriye ile aralarında tarihî bir rekabet bulunan Irak’a geçti. Orada kendisini başka bir talebenin, başka bir katilin (Saddam’ın) eğitimine verdi. Suriye Baas Partisi, Esed’e kaldı.
Esed, 1970’te kansız bir darbeyle iktidarı ele geçirdi, 1971’de göstermelik bir referandumla resmen devlet başkanı oldu.
HAFIZ ESED, SURİYE İÇİN ÜRETİLMİŞ BİR BOMBAYDI
Batılıların İslam dünyası ile ilgili 19. yüzyıldan itibaren en önemli projeleri “insan silahı”dır. Fransızların öncülüğündeki Batılı Mason kurumları, o yüzyıldan itibaren İslam dünyasında insanlardan silahlar ürettiler, İslam dünyasının temeline konmak üzere “bomba adamlar” oluşturdular. Onların hepsinin ortak özelliği, Batılı değerlere sıkı sıkıya bağlı olmaları ve bulundukları ülkelerde anormal bir sürece, şeytani bir ihtilafa yol açmalarıdır. Onların üretiminde sahipleri tarafından “kolay kullanılabilirlik” ve seslendikleri halk tarafından aldatmayla “tüketime uygunluk” dışında hiçbir ilke çok önemsenmemiştir. Onları üretenler, “Biz onlardan yararlanabilelim; halkın bir kısmı da olsa onları kahraman sansın, böylece bütün zulümleri kurtuluşun bir aracı olarak meşrulaşsın, gerisi önemli değil” ilkesiyle hareket etmişlerdir.
Esed, Mişel Eflak tarafından bu ilkeyle Suriye koşullarına uygun üretildi. Nusayriler, Suriye tarihi boyunca sarp dağlara sığınarak yaşayan bir azınlıktı. Onlardan birinin devlet başkanı olması Suriye koşullarında başlı başına bir anormallikti. Suriye’nin çoğunluğunu oluşturan Sünnilerin bunu kabullenmesi imkânsızdı. Onu iş başına getirmek Suriye’yi ihtilafa, iç çatışmaya, dolayısıyla zaafiyete sürüklemek için yeterli bir nedendi.
“Hafız Esed” adlı bombanın kamuflesi için gerekli tedbirler alındı. Esed, hocası Mişel Eflak’tan farklı olarak israil’le mücadeleyi öncelediğini iddia etti, bütün Suriye’yi buna göre dizayn etmeyi vaat etti. Bu vaat, Arap milliyetçilerini ona yaklaştırdı.
Esed, Baas’ın ana sloganlarından “birlik” üzerinde durdu; Suriye toplumunda dışlanan Dürzî ve Nusayrileri kendisine bağladı.
Esed, ilerici olduğunu söyledi; Batılı hayat tarzının Suriye’deki öncüsü olan Hıristiyanları kendisine bağladı.
Esed, hürriyet ve sosyalizmden söz etti, topraksız kimi Kürtlerin ilgisini çekti.
Bu koşullarda onun üretim amaçlarına aykırı düşen tek kesim olarak Sünni dindar Araplar ve aynı özellikteki Kürtler kaldı.
Esed’i üretenler için bunun bir zararı yoktu. Sünni dindar Araplar, Batılılar için “ezilecek”; Kürtler ise “değiştirilecek” kesimdi.
(Aynı Hafız Esed, Suriye-Mısır birleşmesine karşıydı. Bu da onu böyle birleşmeye karşı olan Suudi Krallığı gibi rejimlere yaklaştırdı. Petrol sahibi Arap ülkeler, Suriye’ye Esed döneminde resmen petrol akıttı.)
SOSYALİST-MİLLİYETÇİ-MÜNAFIK
Esed ve partisinin güçlenmesi, Sünni Arapların içindeki en önemli hareket olan Müslüman Kardeşlerin tepkisine yol açtı. Hareketin, Baas Partisi’ni oluşturan Nusayri, Dürzî ve Hıristiyanlara karşı tepkisi arttı. Hem aile kökeni olarak hem aldığı eğitimle İhvan’a düşman olan Esed için İhvan artık sadece “gerici” bir hareket değildi, aynı zamanda “birliği” bozan bir “fitne” hareketiydi. Hatta İngilizlerin ve dolayısıyla siyonistlerin büyüttüğü bir yapıydı.
Dindar kesimlere zulüm, Suriye’de önemli bir kesimi teşkil eden Sünnilerin ortak bir tepkisine yol açabilirdi. “Tüketime uygun olma” ilkesiyle yetiştirilen Esed, münafıklık yapmak gerekiyorsa “münafıklık yapan” adamlardandı, dindar halkın tepkisine karşı hemen tedbir aldı, münafıklığa başladı, 1974’ten itibaren düzenli olarak Cuma namazına gitti, bir ara Umre ziyaretinde de bulundu. Böylece bu azılı katili desteklemek için “meşruluk” arayan sözde alim ve din adamlarının eline koca bir “meşruiyet belgesi” geçti. Madem o namaz kılıyordu, artık onu desteklemek “meşru” hatta “zorunlu”ydu. O, otorite ve ululemr idi. Bunu söyleyen Şii falan mıydı sanırsınız, ne münasebet, onlar Suriye Sünniliğinin İhvan hareketi dışında kalan en önemli temsilcileriydi.
Suriye Diyanet İşleri Başkanı ve sözde Nakşibendî Şeyhi Şeyh Muhammed Keftaro, Suriye radyolarında halkı ona itaate çağırıyordu, onunla kol kola girip Cuma namazına gidiyor, minberlerde ona dua ettiriyordu.
Adını söyleme gereği duymadığımız, Suriye Kürdistan’ında yerleşik başka bir Nakşî Şeyhi de ( Ki müritleri o dönemde Kürtler arasında Şii diyerek İran’a düşmanlığın bayraktarlığını yapıyordu) ona itaatin farz, ona karşı çıkmanın asilik olduğunu bildiriyordu.
(Esed, aynı dönemde Lübnan’da İhvan’a karşı olduğu gibi Şii hareketlere karşı da olumsuz bir tutum içindeydi.)
İÇERİDE VAMPİR DIŞARIDA TİLKİ
Batılı güçler tarafından ulusalcı ideoloji üzerine tasarlanan Ortadoğu ordularının ortak özelliği, kendi halklarına karşı organize edilmiş olmalarıdır. Onların temel görevi, ülkeyi dışarıya karşı korumaktan öte, içeride rejimi korumaktır. Bunlar “milli bir ordu” olmaktan öte, “devrim muhafızları” olarak tasarlanmıştır.
Devrimlerinin düşmanları ise daima halklarıdır. Bu ordular, halklarına karşı saldırgan ve acımasız; dışarıya karşı ürkek, uzlaşmacı ve sözde daima sulhtan yanadır.
Bunun en çarpıcı örneği Hafız Esed’dir. Hafız Esed, Baas Partisi’nin askeri kanadının etkin komutanı olarak 1964’ten itibaren İhvan-ı Müslimin’e karşı acımasız bir savaş yürüttü. Binlerce İhvan mensubunu işkenceden geçirdi, binlercesini kurşuna dizdi.
Şubat 1982’de ise kardeşi Rıfat komutasındaki birliklerini Hama üzerine gönderdi; on binlerce Müslümanı şehid etti; onunla da yetinmedi, kendisine karşı çıkma ihtimali bulunan bütün alimleri Nakşibendi, Kadiri, Rufai demeden kurşuna dizdi. Suriye’deki İslamî hareketin ele geçirebildiği bütün lider ve mensuplarını şehid etti. Geriye kalanları da kendilerini sormanın bile yasak olduğu zindanlarda çürüttü.
Aynı Hafız Esed, israil karşısında yeteneksiz ve ürkekti; 1967 Arap-israil Savaşı’nda (Altı Gün Savaşı olarak da bilinir) Suriye ordusunun başında yer alıyordu. Komutasındaki Suriye ordusu hiçbir varlık gösteremedi, kendisinin organize ettiği hava kuvvetleri israil’in karşısına bile çıkamadı. Esed, israil’le savaşı Baas içi tartışmalara alet etti, gerekli tedbirleri kasıtlı olarak almadığı için Suriye Kara Kuvvetleri israil karşısında bir varlık gösteremedi.
Ülkesinin en verimli toprakları arasında yer alan ve Arap yarım adasının en önemli su kaynakları arasında sayılan Golan Tepelerini isaril’e kaptırdı. Suriye’yi birlik içinde özgürlüğe ve sosyal adalete kavuşturacak olan adam, Suriye toprağını israil’e yem etti.
1982’nin Şubat’ında Hama’da vampir kesilen Hafız Esed, aynı yılın Eylül ayında siyonist kasap Ariel Şaron’un emrindeki Falanjistler Sabra Şatilla Katliamı’nı gerçekleştirirken kılını kıpırdatmadı.** Vazifesinin Suriye’yi ya da çevresini korumak değil, Suriye Müslümanlarını etkisizleştirmek olduğunu tekmil ispatladı.
KÜRTLERİ YOLDAN ÇIKARDI
Suriye Kürtleri, Suriye’nin en dindar kesimini oluşturuyordu, bu yönüyle israil ve emperyalizm için en önemli tehdit unsurlarından biriydi. Bu yapısıyla israil’e karşı savaşan ordular için önemli bir güç kaynağı olabilirdi.
Suriye’nin faşist rejimi altında inim inim inleyen bu mazlum halka Hafız Esed göz kırptı; kurtuluş için bir ışık arayan Suriye Kürtlerinin bir kısmı ne yazık ki ona karşılık verdi. Esed, Kürtlere yazılı hiçbir hak tanımadan onları kuru vaatlerle rejime bağladı, rejimin payandası yaptı;
Mardinli Mele Ahmed gibi alimlerini ta Türkiye’ye kadar takip ettirip şehid etti; geriye kalan kimi alimleriyle anlaştı, onlara iltifatta bulunma karşılığında Kürtlerin gençliğini satın aldı, Suriye Kürt toplumu kısa bir süre içinde Suriye’nin dinden en uzak kitlesine dönüştü.
Ama Esed, uluslar arası güçler adına Kuzey Kürtlerini de İslam’dan uzaklaştırma ihalesini üzerine aldı. PKK’yi himaye ederek Kürtleri İslam’dan uzaklaştırma sürecinin en önemli aktörlerinden biri oldu.
Mişel Eflak, onunla ne kadar iftihar etse azdır ve Batılı güçler Mişel Eflak için dev anıtlar dikse onun hakkıdır.
Batılı orduların yapamadığını bu adam tek başına Suriye’de yaptı, sonra Irak cephesine geçti; orada ikinci evladı Saddam üzerinden fitnesini sürdürdü.
Esed, eğitiminin bir kısmını Sovyetlerde almıştı ve Rusya’nın eski başbakanlarından Yevgeni Primakov, Mısır İhvan-ı Müslimin hareketinin CIA tarafından Cenevre’de kurulan bir piyon yapılanma olduğunu iddia ediyor.* Bu fikir, Arap devrimcisi denen bütün Arap sosyalistlerine ezberletiliyordu. Çünkü yine aynı adam “Rusların Gözüyle Ortadoğu” adlı kitabında Arap devrimcileri dediği Arap sosyalistlerin İslamî gelişmeye karşı en önemli engeli teşkil ettiklerini söylüyor, bu yönde desteklendiklerini belirtiyor. Suriye Baas Partisi’nin Sovyetlerin denetiminde olduğunu söyleyen Primakov, sözde Arap devrimcilerinin ortak özelliklerini şöyle açıklıyor: “ABD ile ilk dönemlerde özel ilişkiler kurma, “Arap sosyalizmine” bağlılık, dini muhalefet ve İslamcılarla mücadele, sosyalist bloğu yöneten SSCB’ye yakınlaşma ama katılmama.”
Bu sözlere dikkat ederseniz, bu liderlerin II. Dünya savaşından sonra Amerika’dan Rusya’ya bütün emperyalizme dönemine göre hizmet; İslam’a ise düşmanlık için üretildiklerini açıkça görebilirsiniz. Amerika, (Körfez Savaşı’na kadar) hiçbir zaman onlara karşı gerçek bir savaş vermedi, aksine işine geldikçe onları tepe tepe kullandı. Rusya ise onlara hep ağabeylik yaptı, uluslar arası emperyalizm adına onları denetledi.
Not: Ağustos 2011, yazının Saddam kısmını yazmak nasip olmamıştı. İnşaallah tamamlar, eklerim.
BİR CEVAP YAZ