Kültür ve Sanayileşme/Kitap Değerlendirme
Dr. Abdulkadir Turan/Kitap Değerlendirme
Kitabın Adı: Kültür ve Sanayileşme
Derleyen: Ersin Nazif Gürdoğan
Yayınevi: İz Yayıncılık
Yayın Yeri: İstanbul
Yayın Yılı: 2012
KÜLTÜR ve SANAYİLEŞME
Kitap, Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan’ın bir “Önsöz “, bir “Giriş” bölümünün yanında farklı yazarlarla yaptığı söyleşilerden oluşuyor.
Kitap, sanayileşme uğruna milli kültürün aşınmasını eleştiriyor; bütün olarak sanayi çağı kültürüne yönelik eleştirilerden ve bu kültüre karşı milli kültürü güçlendirme önerisinden oluşuyor. Söyleşi yapılan her yazar, adeta bir Anadolu ozanının dil akıcılığı içinde ithal sanayi kültürünü taşlıyor, onun bizden uzaklığını, buna karşılık kendi kültürümüzün bizim için önemini vurguluyor. Kitapta yer yer sanayi karşıtlığı öne çıksa da ondan öte, yazarların “somurtkan fabrika” ortamı ve onun yol açtığı “ruh kirliliği”ne karşı Ahilerin çalışma ortamını önerdikleri, o çalışma ortamını sadece “bizden” olduğu için değil, üretirken ruh kirliliğine yol açmadığı, hatta üretirken ruhu arındırdığı için önerdikleri söylenebilir.
Gürdoğan, kitabın önsözünde “Türkiye’nin ‘görünmeyen kıta’daki gelişmeler ve küreselleşme devrimini yaşayan dünyayla yarışabilmesi ekonomik, sosyal ve kültürel yapısında köklü değişiklikler yapmasına bağlıdır. Tanzimat’tan bu yana devam eden ithalatçı politikalardan ihracatçı politikalara geçmenin zamanı geldi ve geçiyor. Ekonomi kültürün peşinden gider. …Kültür ile ekonomi et ve kemik gibi, birbirinden ayrılmaz. Onları birbirinden ayırmaya kalkanlar, farkında olmadan hayatın dinamizmini yok ederler. Düşünür ve sanatçı Sezai Karakoç’un dediği gibi ‘Ekonomi, kültürün eşyaya dönük yüzüdür. Kültürsüz ekonomi, ekonomisiz kültür düşünülemez. Hafif kültürle ağır sanayi olmaz’” diyerek kültür-ekonomi ilişkisi hakkındaki bakış açısını ortaya koyuyor. Giriş bölümünde ise “Her şeyi ekonominin kuralları içinde düşünmek, başta kültür faaliyetleri olmak üzere eğitim ve sağlık hizmetlerini de alınıp satılan bir nesneye dönüştürdü. Bunun sonucu eğitim ve kültür faaliyetlerinin değerleri pazar mekanizması içinde belirlenir oldu. Kültürel çalışmalar, sanat faaliyetleri bütünüyle göz ardı edilerek, üretim yarışını sonu gelmez çılgın bir rekabete dönüştüren, bir ekonomik yapı ortaya çıktı. Ekonomiyi ya da sanayiyi putlaştıran insanla sağlıklı ve dengeli bir ekonomi, söz konusu olamaz” diyerek kitabın sorununu (el attığı problemi) veriyor.
Kitapta ilk olarak, Osman Bayraktar’la 1986’da yapılan bir söyleşiye yer verilmiş. Osman Bayraktar’a göre, çağın ekonomik yapısı, insanın özgürlüğünü elinden aldı, sadece ekonomik çıkar elde etmeye dayanan uzmanlık insanı körleştiriyor, üreticilerin bir makinesine dönüştürüyor; uzmanlar, bilgi ve becerilerini kiraladıkları kişilerin çıkarını savunmak için kullanıyor, bilimsel çalışmalarda insan unsuru göz ardı ediliyor, inançlardan arındırılmış makine benzeri bir bilim adamı tipi türedi, akıl bilginin aracı olduğu halde, bilginin kaynağı haline getirildi, bir üretici iktidarı çağına girdik; bundan kurtulmanın yolu, bilginin kaynağı olarak tekrar Vahy’e dönmektir; hedef, “Karnı tok, sırtı pek kitleler değil, temel ihtiyaçları karşılanmış, gönlü zengin ve gözü tok insanlardan oluşan toplumdur” diyor.
İkinci söyleşi, Ali Sali ile 1985’te yapılmış. Sali’ye göre de son bir iki yüzyılda bilgi katlandı ancak bu, insana iç dünyasının, gönül yanının bütünüyle ihmal edilmesi olarak faturalandı. Teknoloji, insanı yalnız fizik olarak değil, ruhsal olarak da tahrip etmektedir. Kutsal kültür, teknolojiyi denetleyecek, onun olumsuz etkilerini giderecek iç derinliğe sahiptir.
Üçüncü söyleşi, Rasim Özdenören’le1980’de yapılmış. Özdenören, Batıcıların sanayileşmek için kültürde de Batılılaşmak gerektiğini iddia ettiğini belirtiyor; oysa ekonomik ve kültürel bağımsızlık alternatifinin var olduğunu ifade ediyor.
Dördüncü söyleşi, Ali Kahraman’la 1987’de yapılmış. Kahraman, söyleşisinde müstehcen yayınlar üzerinde durmakta; bu yayınların önce aile üzerinde olumsuz etkide bulunduğunu belirtiyor. Aile, yalnızca sanayileşmeye paralel olarak büyük kentlere göç etmenin sonucu değil, değişik yayınların etkisiyle kişiliğini ve ahlaki değerlerini yitiren bireylerin çoğalmasıyla da orantılı olarak dağılıyor, diyor. Ona göre sanayi çağında dayatılan kültürün tek boyutu değil, iki boyutu var. Bu ikinci boyut, asıl boyut olan, “tüketim”in yanında cinselliktir.
Beşinci söyleşi, Mustafa Armağan’la 1990’da yapılmış. Kirlenmenin boyutları hakkında konuşan Armağan’a göre, zengin ülkeler, ekonomik çıkarlarını korumak için dünyayı ateşe vermeye devam ediyor. Türk toplumu hakkında “ Son otuz yılda ordu millet, girişimci millete dönüştü” tespitinde bulunan Armağan, “Bir kültürel çoraklaşma yaşanıyor; çağımızın çevre kirlenmesi, ruh kirlenmesinin dışarıya yansımasıdır; toplum tüketmek, hiç düşünmeden tüketmek kültürüne yönlendiriliyor” tespitlerinde bulunuyor.
Altıncı söyleşi, Süleyman Çelik’le 1992’de yapılmış. “Kimlik krizi” hakkında görüş bildiren Çelik’e göre, Batılılaşma döneminde Türk toplumu Batılılar gibi tüketmeyi öğrendi ama Batılılar gibi üretmeyi öğrenmedi. Bizim kaynaklarımızla Batı’nın kültür kaynakları farklı. Devlet yetkililerince toplumun onayı alınmadan gerçekleştirilen Batılılaşma, kimlik kriziyle birlikte yoğun bir kültürel kirlenmeye yol açtı. Ona göre bilincin bulanması, yüreğin kararması, aklın karışması ve bilginin sığlaşması kültürel kirlenmenin nedenleri arasındadır. Çelik, Müslüman bir toplumda az çalışıp çok harcama değil, çok çalışıp az harcamanın esas olduğunu da dile getiriyor.
Yedinci Söyleşi, Baki Koşar’la 1994’te yapılmış. “Çevre ve İnsan” hakkındaki görüşlerini dile getiren Koşar’a göre çevre sorunlarının nedeni tüketimin sınırsız boyutlara ulaşmasıdır. Turizm adı altında hız kazandırılan tüketim çarkı, insanların kültürel derinliklerini yitirmelerine yol açıyor. Bir kültürsüzleşme problemi yaşanıyor. Oysa biz kültürsüzleşerek değil, aksine kültürümüzü zenginleştirerek kalkınabiliriz. Ona göre, ihtiyaçlarımızla isteklerimiz arasında mesafe koyma yeteneğimizi yitirmemiz, kültürel bir felaket olur. Önce insan, sonra çevre korunmalıdır. Bir kültürün insanına saygı duymadan onun çevresini ve eserlerini ayakta tutmaya çalışmanın bir anlamı yoktur.
Sekizinci söyleşi, Bahri Zengin’le 1977’de yapılmış. “Sanayileşme ve uygarlık” üzerine görüş bildiren Zengin’e göre Batı kültürünün en önemli yanı üretim teknolojisidir. Bizde sanayileşmek için toplumun erdemlerini, değerlerini terk etmesi istenmiştir; kendi kültürümüz doğrultusunda teknoloji üretmemiz mümkün iken teknoloji üretmek adına çok geri kültürlere yönlendirilmişiz. Zengin, sanayileşmeye karşı olmadığını özellikle belirtiyor ve kültürüne bağlı bir kesimin ekonomik kalkınmayı da gerçekleştirebileceğini belirtiyor.
Bu söyleşi arasında görüş bildiren Ersin Nazif Gürdoğan’a göre de Batılılaşma döneminde zorla ve planlı bir kültür değişmesine itilen toplumumuz, bu yöndeki her adıma olduğu gibi sanayileşme ve kalkınmaya da duyarsız kalmıştır. Gürdoğan’a göre, kültürde Batı’ya benzemeye kalkışma bir kalkınma etkeni değil, aksine kalkınma girişimlerinin başarısızlık nedenidir. Çünkü ekonomik kalkınma ancak kendi kültürel gerçeği içinde yaşanabilir.
Dokuzuncu söyleşi, Yusuf Yazar’la 1990’da “Avrupa ile Hesaplaşma” başlığı altında yapılmış. Kitapta Batı kültürüne, daha doğrusu kitabın bakış açısı içinde “istenmeyen kültür”e karşı en sert tepki bu söyleşide kendisini gösteriyor. Yazar’a göre Avrupa kültürü çöküyor, bizim bu çöken kültüre yönlendirilmemiz doğru değildir; toplumumuz, bu çöken kültüre karşı kendi kültürel değerlerini korumak için adeta bir savaş veriyor. Yazar, toplumumuzun hesaplaşma döneminde yenik düşmediğini hâlâ direndiğini, Batı’nın kültürünü örnek alma döneminin kapandığını ifade ediyor. Kültürel alanda gelişme olmadan teknoloji alanındaki gelişmenin anlamlı olmayacağı tespitinde bulunuyor.
Onuncu söyleşi, yine Yusuf Yazar’la ve 1986’da yapılmış. Bu söyleşide “haksız kazançların katlanması” hakkında görüş bildiren Yazar, enflasyonun yükselmesiyle kültürel değişim arasındaki ilgiye dikkat çekiyor. Yazar’a göre, ekonomi ile kültür arasında yakın bir ilişki vardır; enflasyonda yükselişin nedeni yine tüketim kültürüdür. Ona göre, günümüz insanının mutluluğu daha çok harcamaya ve ekonomisi de temelde gösterişe ve aşırı tüketime dayanmaktadır. Batı usulü yaşama, gösteriş ve harcamayı mutluluk olarak kabul etme yanlışı, yabancılaşmanın bir sonucudur.
On birinci söyleşi, “Erdemli ekonomi erdemli insanla kurulur” diyen Taşkın Temiz’le 1996’da yapılmış. Taşkın Temiz’e göre, biz Batılılaşma girişimiyle, kendi kültürümüzü yeniden üretmek yerine çözümü Batı kültürüne teslim olmakta bulduk ve bu bizim kalkınmamızı sağlamadı. “Fesi çıkarıp şapka giymek, Türk toplumunu Avrupalıların üretim gücüne ulaştırmadı.” Kalkınma adına kültürel teslimiyeti ön gören anlayış değişmeden kalkınmak mümkün değildir. En büyük kaynak erdemli insandır. Ahlak dışı yollardan ahlaki sonuçlar elde edilemez. Erdemli insanı göz ardı eden bir ekonomik model başarısızlığa mahkûmdur.
On ikinci söyleşi, “Kitle Kültürü ve Gençler” başlığı altında 1977’de İsmail Yetiş’le yapılmış. Yetiş’e göre tüketim ekonomisinin ürünleri pazarlanırken aynı zamanda bir siyasal kuruluşun bakış açısı pazarlanıyor, kitle iletişim araçları üzerinden halk tek tip bir kültüre mahkûm ediliyor. Sürekli tüketimle insanlar bencilleştiriliyor. Türkiye, gittikçe yoğunluğunu artıran bir kültür değişmesi ve çatışma ile karşı karşıyadır. Ayrıca sanayileşmeyle ortaya çıkan ölçüsüz kentleşmeyle değer çözülmesi toplumun bütün kesimlerine yayılmaktadır. Ama bundan en çok gençler etkileniyor.
On üçüncü söyleşi, Şakir Kurtulmuş ve Mehmet Ocaktan’la 1980’de “Bütünlük –Düşünce ve Edebiyat” başlığı altında yapılmış. Kurtulmuş ve Ocaktan, çıkarcılığın ana kültür hâline geldiğine söylüyor ve buna karşı toplu bir girişimi öneriyor. Onlara göre her sanat kolu bir kaynaktan besleniyor. Bilim, sanat, basın gibi tüm alanlarda kapıları tutmadan, yani her alanda ciddi çalışmalar, belirli bir çalışma belemek yanıltıcı olur.
On dördüncü söyleşi, Kemal Kahraman’la 1994’te yapılmış. “Modernleşmenin arka planı” üzerine görüş belirten Kahraman, toplumun tek tip bir kültüre mahkûm edildiğini ifade ederek “ Artık bütün dünyada içki içmeyen, kot pantolon giymeyen ve televizyonda Batı dizisi izlemeyen insan, yaşamıyor kabul ediliyor. Batılılar gibi yaşamayan insanlar, kültürel, sosyal ve ekonomik hayattan tek tek uzaklaştırılıyor. Kemal Kahraman, daha önce başka bir söyleşide söylenen “Türkiye, Batılılar gibi tüketmesini öğrendi. Ancak Batılılar gibi üretmesini öğrenmedi” sözünü olduğu gibi tekrarlıyor.
On beşinci söyleşi, yine Osman Bayraktar’la 1993’te yapılmış. “Son Roma Amerika” başlığı altında verilen bu söyleşi, Bayraktar’ın Amerika’ya yaptığı bir gezi hakkındadır. Amerika hakkında izlenimlerini anlatan Bayraktar’a göre gökdelenler insanı topraktan uzaklaştırıyor ve insan topraktan uzaklaştıkça kendi özünden uzaklaşıyor. Teknoloji ile gelen konfor, bireyi hem topraktan hem toplumdan uzaklaştırıyor. Bilim ve teknoloji, insanı topraktan uzaklaştırırken edebiyat ve sanat, toprakla dost olmasını sağlıyor. “Türkler, artık ordu millet olma yanında, tüccar ve sanayici millet olma özelliği de kazanıyor” düşüncesini tekrarlayan Yazar, güçlü bir ekonomi ve sağlıklı bir ticari ortam için, derin ve sağlam bir kültüre ihtiyaç vardır, kültürel zenginlik, ticari zenginliğin de kapılarını açar.
Amerikan kentlerinde kimse kimseye karşılıksız gülümsemediği için tedirginliğin arttığını belirten Yazar, Amerika’da insanların arabalara kurban edildiğini, insanlardan çok arabalara değer verildiğini söylüyor ve bunu Amerikan kültüründe makinenin insandan daha çok önemsenmesiyle ilişkilendiriliyor.
On altıncı ve son söyleşi, 1989’da Seyfullah Ümit’le bir kitabı üzerine yapılmış. “Görünmeyen Üniversite” başlığı altında verilen söyleşide Ümit, eğitim kurumlarımızın Batılılaşma döneminde büyük bir değişmeye uğrayarak sağlıklı insan yetiştirme konusundaki işlevini yitirdiğini söylüyor. Ona göre, “Gönlü zengin, irfan sahibi ve hayal edilmesi imkansız bilgi ve sırlara sahip insanlar iyi atlara binip gittiler. Bütün insanlık, sonu gelmez bir tüketim yarışı içinde olduğu için mutsuz. Batı kültürünün değerleri ile bu çıkmazdan kurtulmak mümkün değildir. Bizim sevgiyle beslenen insana ihtiyacımız vardır. Bunu getirecek olan bilim ve teknoloji değil, Vahiy’e dayanmaktır.
DEĞERLENDİRME
Kitaptaki söyleşiler, farklı kişilerle ve farklı zamanlarda yapılmış. Ancak söyleşilerde neredeyse aynı görüşler dile getirilmiş. Dil de birbirine yakın, akıcı ve edebi.
Kitap, beynimize değil, kalbimize sesleniyor. Kitabın derleyeni ve söyleşi yapılan herkes, adeta “Şu dağın ardından size saldırmak üzere olan bir ordu var, dersem bana inanır mısınız?” mukaddes sorusunu tekrarlıyor, istenmeyen bir kültürel değişmeyi, bunun yol açtığı ve yol açacağı neticeleri haber veriyor. Ancak kitapta, tehdidin duyurusuyla yetinilmiyor, çözüm de dile getiriliyor.
Kitapta “istenmeyen kültür” olarak etiketlenen kültür, “Batı’nın sanayi ve teknoloji çağı” kültürdür. Söyleşilere göre, bu kültür,
-Bize yabancıdır, bizim inandığımız kaynaklardan beslenmemiştir.
-İnsana değer vermiyor.
-Üretim iktidarına dayanıyor.
-Çılgınca tüketimi teşvik ediyor.
-Aklı bilginin aracı olmaktan çıkarıp bilginin kaynağı haline getiriyor, dolasıyla insanı mukaddes bilgi kaynağından koparıyor.
-Uzmanlığı, bilgiyi başkalarının çıkarı için kullanma düzeyine düşürüyor.
- Üretimi artırma adına insanın fiziksel sağlığı gibi ruhsal sağlığını da tehdit ediyor.
-İnsanın değerlerini değil, teknolojiyi önceliyor.
-İnsanla yaratıcısı arasındaki bağı koparıyor.
-Ekonomik kalkınmayı tek hedef haline getiriyor.
-Hayatı sadece maddi alana çekerek tekdüzeleştiriyor. Onda ruh yüceliği, gönül zenginliği yok.
-İnsanın ihtiyacını değil, kârı önemsiyor, hatta kârı tek amaç haline getiriyor. Kâr için her şeyi mubah kılıyor.
-Ahlakı ihmal ediyor.
-Ekonomiyi ahlaktan soyutluyor.
-Aile kurumuna zarar veriyor.
-Ruhları kirleterek çevre kirliliğine de yol açıyor.
-İnsanların iç duyarlılıklarını yitirmelerine yol açıyor.
Kitapta Mustafa Armağan’la yapılan söyleşide (s. 68) Erdem Beyazıt’tın dilinden “Hayır hayır bütün makineleri Büyük Sahra’ya toplayıp üzerine benzin döküp yakmak istiyorum. Bunu gerçekleştirebilsek hayatımızdan çok şey eksilmez” sözüne yer verilse de sanayi karşıtlığı yok. Bu söz, daha çok şairane bir söyleyiş olarak kalıyor. Bahri Zengin’le yapılan söyleşi, bu şairane karşı çıkışı dengeliyor. Bahri Zengin, kitabın derleyeni Ersin Nazif Gürdoğan’ın da onayını alarak kendilerinin sanayi karşıtı olmadıklarını açıkça dile getiriyor.
Kitapta, daha çok Servet-i Fûnun döneminde Hüseyin Cahit Yalçın ve Halit Ziya Uşaklıgil gibi yazarlarca dile getirilen “Batı gibi kalkınmak için Batı’nın kültürünü de almak zorundayız” tezi kesin olarak reddediliyor. Kitap (Servet-i Fûnun’dan hiç söz etmese de) bu teze karşı konumlanıyor.
Söyleşi yapılan yazarlar Mehmet Akif Ersoy’un düşünce dünyasından gelmedirler ancak kitapta Mehmet Akif’in “Batı’nın fennini alalım, ahlakını almayalım” tezi de aşılmış. Kitaba göre, kalkınmak için Batı’nın fennini de olduğu gibi almamız gerekmiyor, hatta kesinlikle almamamız gerekiyor. Batı’nın fenni kendi kültüründen ayrı düşünülemez. Biz, kendi gerçeğimiz, kendi bilgi kaynağımız, kendi çalışma ahlakımız içinde kendimize ait bir kalkınma modeli gerçekleştirebiliriz.
Bu Mehmet Akif’le bir zıtlaşma olarak değil, Mehmet Akif’in çizgisindeki kültürel düşüncenin gelişimini sürdürerek vardığı yeni bir olgunluk düzeyi olarak ele alınmalıdır.
Kitabın çözüm önerilerini şu cümlelerde açıkça görmek mümkündür:
“Türkiye’de kendi kültürümüz ve sosyal yapımızın öngördüğü biçimiyle bir sanayileşme gerçekleşebilirse, böyle bir ekonomik kalkınmanın ve endüstrileşmenin tabiatıyla Batı’dan bağımsız bir Türkiye ve bir merkez oluşturacağından kuşku duyulmaz.” (s. 49)
“Çözüm, insanın gönlünün zenginleştirilmesinde, ruhunun yüceltilmesinde yoğunlaşmaktır.” (s. 42)
“Tek silahımız, dervişlik kültürü içinde tek tek olgunlaşmış, yeri ve zamanı gelince hep birlikte hareket edebilecek insanlardır.” (s. 69)
Kitapta farklı kişilerin dilinden bir fikir tekrarı var. Ancak bu fikir tekrarı var ancak bu tekrar o kadar ustaca serpişmiş ki bıkkınlığa yol açmıyor, aksine bir doğru üzerinde varılan kesin ittifakı gösteriyor.
Kitabın diğer bir yönü ise kültürün kapsayıcılığını genişçe ortaya koymasıdır. Kültürle enflasyon, kültürle çevre sorunları arasında kurulan ilgi okuyucuya “Kültür, hayatın yerindedir” dedirtiyor.
BİR CEVAP YAZ