19 Nisan 2019, 14:36 tarihinde eklendi

20. Yüzyılda İhya Hareketleri

20. Yüzyılda İhya Hareketleri

0. yüzyılın başlarına geldiğimizde Şeyh Halid`in bu yaklaşımı Müslümanların bir kısmı arasında taraftar bulmaya devam etmiş; Kafkasya, Cezayir, Filistin gibi yerlerde o görüşler üzerinden dış düşmana karşı cihad edilirken Türkiye ve Endonezya`da ise sisteme karşı fiili ayaklanma zuhur etmişti. Ancak Şeyh Halid, ferdi yetiştirme ve toplumu tarikat çatısı altına alma konusunda hem Müslüman hem kâfirlerce methedilen tarihî…

Miladî 18. yüzyıldan itibaren Müslümanlar, Batı karşısında ağır yenilgiler aldılar. O yüzyılda Batı`ya giden diplomatlar da Batı`nın İslam dünyasına oranla hızlı bir gelişme içinde olduğunu duyurdular. Bir sonraki yüzyılda başta Hint kıtası olmak üzere Batı korsan, ordu ve şirketleri, İslam dünyasında istilalar gerçekleştirdiler. Dünya değişmiş, Müslümanların Selâhaddîn-i Eyyûbî`nin Hittin Zaferi`nden sonra bir Haçlı esirini 3 dinara sattığı (583/1187); Fatih Sultan Mehmed`in ordusunun Otranto şehrini alıp Roma kapısına dayanıp papalığı yıkma noktasına getirdiği günler (885/1480) geride kalmıştı.

 

Yaşananlar, Müslümanları yeni bir çağla yüz yüze oldukları gerçeğine inandırmış. Çağın sorunlarına çözüm getirecek ihya hareketleri, bu gerçekliğe duyulan inançla ilgili olarak varlık bulmuştur.

Fikrî anlamda statik bir sürece girmiş kimi âlimler, Müslümanların durumunu beşerin kudret ve imkânları ile ilişkilendirmek yerine beşerin gazaba uğraması, kıyametin yaklaşmasının bir neticesi olarak görülen tabii bozulma gibi sebeplerle açıklamışlardır. Bu düşünce 19. yüzyılın başında yerini kadere imanın mahiyetini izaha bırakmış. Halid-i Bağdadî (eş-Şehrezurî) gibi ilmî çevrelerde saygınlığa sahip şahsiyetler içinde bulunulan hâli beşerin gayretiyle ilişkilendirme yönünde ikna edici açıklamalar getirmişler. Bu açıklamalar, Müslümanlar arasında bir kıpırdanışa, hareketliliğe vesile olmuştur.

Bu hareketliliğin ilk mekânı, Hint kıtasıdır. Ekber Şah`ın karma bir din oluşturma tehdidiyle yüz yüze kalan Hint kıtası, bidatlerle mücadelesini bitirmeden Batı işgalini hissetmişti. Müslüman âlimler, bu kıtada İslam`ın varlığının tehlike altında olduğunu görmüşler, ona karşı geleneksel yapının başarılı olacağından kuşku duymuşlar; İslam içi bir arayış içinde bulunmuşlardır.

Bu konuda öncülüğü Şah Veliyyullah Dehlevî Hazretleri (v. 1176/1762) yapmıştır. Onunla birlikte Mazhar-ı Can-ı Canan da (v. 1195/1781) halkı bidatlere karşı uyarma vazifesini yerine getirmeye çalışmıştır. Her iki âlim de İmam Rabbanî`den (v. 1034/1624) etkilenmişlerdi.

Görüşlerini yazılı hâle getiren ve muctehid kabul edilecek kadar ilimde derinleşen Şah Veliyullah Dehlevi, âlimleri ve toplumu,

1. Kur`an ve Sünnet`le yeniden buluşmaya

2. Mezhebi taassubu terk etmeye

3. İctihad kapısının açık olduğuna inanmaya

4. Fıtratı koruyan bir irfan ve ilme sarılmaya davet ediyordu.

Onun bu görüşleri, başka âlimlerle birlikte, Şeyh Halid-i Bağdadî üzerinden 1810`lu yıllardan sonra Irak-Suriye havzasından İslam âlemine yayıldı. Şeyh Halid, İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazzâlî`nin derin etkisi altında bu görüşlerin tarikat çatısı altında bir buluşmayla Müslümanları kurtuluşa götüreceğine inanmıştı.

20. yüzyılın başlarına geldiğimizde Şeyh Halid`in bu yaklaşımı Müslümanların bir kısmı arasında taraftar bulmaya devam etmiş; Kafkasya, Cezayir, Filistin gibi yerlerde o görüşler üzerinden dış düşmana karşı cihad edilirken Türkiye ve Endonezya`da ise sisteme karşı fiili ayaklanma zuhur etmişti. Ancak Şeyh Halid, ferdi yetiştirme ve toplumu tarikat çatısı altına alma konusunda hem Müslüman hem kâfirlerce methedilen tarihî bir başarı gösterirken Müslümanların Batı`nın hegemonyasının yayıldığı bir devirde İslam devletlerini kurmasını sağlayacak bir fikriyat ortaya koymamıştı. Yine Şeyh Halid, Müslümanların henüz içerden bir bozulma ile yüz yüze oldukları, Batıcılığın bir fikir olarak Müslümanların arasında yayılmadığı bir devirde Müslümanların sorunlarına çözüm önermişti. Oysa onun vefatının (1242/1826) üzerinden henüz yarım asır geçmeden Müslümanlar, ilk kez kendilerine fikren yönelen bir istila hareketi ile karşılaşmışlardı.

Avrupa`yı istila ettiği hâlde Mısır`a düzenlediği seferlerde (1798-1802) başarısız olan Fransız İmparatoru Napolyon, İslam dünyasına karşı Şarkiyatçıların eliyle fikrî bir savaş başlatmış; Müslümanlar, tarihte ilk kez gençlerini dışarıdan fikrî bir düzenekle mürtetleştiren bir saldırı ile yüz yüze kalmışlardı.

Ernest Renan gibi Fransız yazarlar, İslam`ın bütün değerlerine karşı saldırıya geçmişlerdi. Müslümanların gençleri, tarihte ilk kez dinlerini değiştirdiklerini ifade etmeden İslam`ı inkâr noktasında İslam dışı kurtuluş yollarına yönelmişlerdi. İçinde bulunulan durum karışıktı. Geleneksel ulema, bu karışıklıkla baş etme noktasında başarılı değildi.

Bu başarısızlık İslam âlemi içinde krize yol açtı. Resulullah salallahü aleyhi vesellem`e yönelik hakaretlere bile Namık Kemal gibi aslında Batıcı biri cevap vermek durumunda kalmıştı. Ulemanın çaresizliğinin ürünü olan bu duruma Cemaleddin Afganî el attı. Afganî, öğrencisi Muhammed Abduh`la birlikte Paris`e kadar giderek Renan gibi İslam düşmanlarına cevap vermek üzere 13 Mart 1884`te (15 Cemaziyelevvel 1305) ilk sayısını yayımladığı el-Urvetu`l Vuska dergisini çıkardı. Bu dergi ile Müslümanlar ilk kez, İslam`a yönelik saldırılara süreli bir yayın üzerinden karşı koymayı deniyorlardı. Dergi 18 sayı çıkmış; Afganî ve Abduh`un gayretleri İslam dünyasında ses getirmişti.

Her alim kendi çağının sorunları üzerinden yoğunlaştığından fikrî çalışma, Şeyh Halid`den sonraki alimlere kalmıştı.

20. yüzyılın başında Şeyh Halid`in klasik çizgisi kendisini fikrî çalışma açığını kapatmaya yönelmeden korumaya çalışırken Afganî`nin de derin etkisi altında İslam dünyasında bidatlere karşı tavrın Şeyh Halid`e tabi olanların tavrından daha sert olması ve Müslümanların teşkilatlanmasının ise tarikattan cemaate evirilmesi gerektiği görüşü ağırlık kazanmaya başladı.

Bidatlere karşı tutumda sertliğin yeni bir yönü yoktu. Şah Veliyullah Dehlevî gibi nice âlim, bidatlere karşı farklı zamanlarda sert bir mücadele içinde bulunmuştu. Ama İslam dünyasında bilindiği kadar yüzyıllar sonra ilk kez 20. yüzyılda Müslümanlar, tarikatın yerine cemaati öneriyorlardı. Bu öneriden önce zuhur eden Vehhabilik her ne kadar kendisini cemaat olarak tarif etmişse de aslında tam anlamıyla bir tarikattı ve o tarikat sadece tarzda klasik tarikatlardan ayrılıyordu yoksa teşkilat bakımından hiçbir yenilik arz etmiyordu. Onun başındaki kişi, iddiaları ne olursa olsun, aslında bir şeyhti, diğerleri de onun müritleri idi. Hâlbuki 20. yüzyıldaki tarikattan cemaate geçiş önerisinde artık şeyh yoktu, cemaatin imamı vardı ve ona intisap edenler mürit değil, cemaat mensupları idi.

Bu, İslam dünyasında Selef-i Salihinin yolunu ihya etme yolunda devrim gibi bir gelişmeydi. Hareketin mensupları, hep tasavvuf kökenliydiler, tasavvufa Vehhabiler gibi düşman değildiler, bununla birlikte ayrı coğrafyalarda ve birbirlerinden habersiz olmalarına rağmen tarikat olarak değil, cemaat olarak teşkilatlanıyorlardı.

Bu ihya hareketinin Hint kıtasındaki öncüsü Üstad Ebu Aʿlâ el-Mevdudî idi. Mevdudî, Çeşti tarikatının şeyhinin oğlu iken Cemaat-i İslamî`yi kurdu. Düşüncelerini henüz ilk gençlik çağında başına getirildiği dergi, gazeteler üzerinden ve cemaate ait teşkilat binalarında dile getirdi.

Türkiye`de de Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî, tarikattan cemaate geçişi dillendirdi. Halid-i Bağdadî`yi üstad bilen Said-i Nursî Hazretleri,

“Bütün hak tarikler, Kur`ân`dan alınmıştır. Fakat tarikatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli ve daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, Kur`ân`dan istifade ettiğim ‘acz, fakr, şefkat ve tefekkür` tarikidir. Şu tarik, hafî tarikler (Nakşibendiye tarikatı gibi) misilli ‘letâif-i aşere` gibi on hatve değil, tarik-i cehriyye gibi (Kadiri tarikatı gibi) ‘nüfûs-u seb`a` yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki dört hatveden ibarettir. Tarikattan ziyâde hakikattır, şerîattır.” sözleri ile açıklarken tarikat zamanının geçtiğini, zamanın cemaat zamanı olduğunu ilan ediyordu. Said-i Nursî Hazretleri, talebelerinin tarikata girmeden tasavvuf ehlinin kimi hâllerine sahip olabileceklerine de inanıyordu.

Mısır`da ise İmam Hasan el-Benna, Şeyh Muhammed Emin el-Kürdî`nin ailesi vesilesiyle Şeyh Halid`i tanıyıp Şazeli tarikatına da müntesip olduğu hâlde, tarikatı ihya etmek yerine İhvan-ı Müslimin cemaatini kurmuştur.

Bu üç ihya önderi, genel anlamda Şah Veliyullah Dehlevî`nin görüşlerine yakın durmuşlar; o görüşlere emperyalizmin fikrî çalışmalarına, onun yaydığı ırkçılık, sosyalizm, ateizm, komünizm, liberalizm gibi fikir ve ideolojilere geniş bir müktesebatla karşı koymuşlardır.

Onlar, bu karşı koyuşu gerçekleştirirken,

Müslümanların, çağı anlamalarını; cehalet, yoksulluk ve tefrika ile mücadele etmelerini tavsiye etmişlerdir. Genel anlamda, ferdiyetçiliğe, akılcılığa, küfürle iş birliğine, mezhep/meşrep taassubuna karşı çıkmışlar; İslam dünyasını dış düşmana karşı koruma ve içeride kalkındırma üzerinde yoğunlaşmışlardır.

Küfür onların bu mücadelesini, reformculuk, sosyalizm, mezhepsizlik gibi ithamlarla etkisiz hâle getirmeye çalışmış ve kimi samimi Müslümanları da buna inandırmışsa da çağın Müslümanı onlardan istifade etmeye devam etmişlerdir.

Allah (cc), İslam`ın ihyası için ihlasla çalışan herkesten razı olsun… Bizi onların sevabından mahrum bırakmasın.

Abdulkadir Turan | İnzar Dergisi | Aralık 2017 | 159. Sayı

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *